İnsanlık tarihi boyunca “ölüm” meselesi, geçmişte bütün insanların zihnini meşgul ettiği gibi, bugün de meşgul etmekte ve gelecekte de meşgul edecektir.
Ahiret hayatı on dört devreye ayrılır
Bunlar;
1. Kabir hayatı,
2. Sur’a üfürülüş,
3. Kıyametin kopması,
4. Yeniden diriliş,
5. Haşir olma,
6. Amel defterinin verilmesi,
7. Hesap,
8. Mizan,
9. Kevser Havuzu,
10. Sırat,
11. Şefaat,
12. A’raf,
13. Cehennem,
14. Cennet.
1. Kabir / Berzah Hayatı
Âyet meali:
“Sonra onu öldürür ve kabre koyar; sonra onu dilediği bir vakitte yeniden diriltir.” (Abese, 80/21-22)
İnsanların dünyadaki ölümlerinden sonra, kıyâmet kopup yeniden diriltilmeleri anına kadar devam eden devreye, kabir hayatı adı verilir. Bu hayata, dünya hayatı ile âhiret hayatı arasında bir geçiş dönemini ifade etmesi nedeni ile “berzah hayatı veya berzah âlemi” de denilmiştir. Berzah, iki şey arasındaki engel, mânia ve perde anlamlarına gelir.
Bir insanın kabir hayatı yaşaması için, onun bedeninin mutlaka mezara konulması gerekmez. Ölen kişi ister mezara konulsun, ister vahşi hayvanlar tarafından yensin, isterse denizde balıklara yem olsun, isterse yakılıp kül olsun, onun ölümü ile kabir hayatı başlar. Kabrin, “makber / kazılmış mezar” manasını çağrıştırması nedeni ile yanlış anlaşılmaları önlemek için, bu hayatı “berzah hayatı” diye ifade etmek belki daha doğru olur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) bir hadisinde kabir hayatını “âhiret duraklarının ilki” olarak nitelendirmektedir. (Tirmizî, Zühd, 5) Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) başka bir hadisinde: “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26), buyurarak, kabir hayatında azap ya da mükâfatın olacağını bildirmiştir.
Yine başka bir hadisinde; “İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek ‘Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?..’ diye sorular sorarlar. Mü’min bu sorulara rahatça cevap verir. Kâfir ise cevap veremez ve kabir azabı görür.” (bk. Tirmizî, Cenâiz, 70) diyerek kıyamete kadar sürüp gidecek olan bu hayatı anlatmıştır.
2. Sûr ve Sûra Üfürülüş
Sûr, kıyâmetin kopuşunu başlatmak ve kıyâmet koptuktan sonra, bütün insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için, melek İsrâfil (a.s) tarafından üfürülen bir borudur. Kur’ân âyetlerinin bildirdiğine göre, İsrâfil (a.s) Sûr’a iki defa üfürecektir. İlk üfürüşte, Allah’ın diledikleri hariç, yerde ve göklerde olan her şey dehşetinden sarsılacak ve ölecek ve kıyâmet kopacaktır. İkinci üfürüşte, her şey diriltilecek ve mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine doğru koşacaklardır. Bu konudaki âyetlerden birisini örnek verelim:
“Sûr’a üflenince, insanlar kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.” (Yâsîn, 36/51)
Âyet meali:
“Sûr’a üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde ve yerde olanların hepsi düşüp ölürler. Sonra Sûr’a ikinci defa üflenince, onlar hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.” (Zümer, 39/68)
3. Kıyâmetin Kopması
“(İnsan), kıyâmet günü de ne zamanmış, diye sorar. Gözler (dehşetten) kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay birleşip (karardığı) zaman. O gün insan, kaçacak yer neresi, diyecek? Hayır o gün kaçılmayacak, sığınacak hiçbir yer olmayacak. O gün herkesin varıp karar kılacağı yer ancak Rabbinin huzurudur.” (Kıyâmet, 75/6-12)
Kıyâmetin iki manası vardır: Bunlardan birincisi, kâinatın düzeninin bozulması, her şeyin alt-üst edilerek yok edilmesi ve dünya hayatının sona ermesidir.
İkincisi ise, ölen insanların yeniden diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi anlamlarına gelmektedir. Kıyâmet, birinci anlamında İsrâfil (a.s)’in “Sûr”a birinci üflemesi ile ikinci anlamında ise, ikinci defa üflemesi ile başlayacaktır. Bu durumda kıyâmet, insanların bütünüyle ölmelerini ve yeniden diriltilmelerini kapsayan çok önemli bir hadisedir.
Kur’ân âyetleri bu durumu haber vermektedir. Bu konu ile ilgili bir âyette Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyâmet gününün sarsıntısı büyük şeydir. Kıyâmeti gören her emzikli kadın o gün emzirdiğini unutur; her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değildirler, fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin olmasındandır.” (Hac, 22/1-2)
Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmet konusuna sıkça temas etmekle beraber, onun ne zaman kopacağına dair soruları cevapsız bırakmış ve bu konuda Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilgi sahibi olmadığını vurgulamıştır. Hz. Peygamber (asm)’in hadislerinde ise, kıyâmet yaklaştığı zaman, bazı alâmetlerinin belireceğine dair haberler verilmektedir.
4. Öldükten Sonra Yeniden Diriltilme
İnsanlık tarihi boyunca “ölüm” meselesi, geçmişte bütün insanların zihnini meşgul ettiği gibi, bugün de meşgul etmekte ve öyle görünüyor ki, gelecekte de meşgul edecektir. Çünkü, insanoğlu ebedî yaşama arzusunu taşımakta ve asla ölmek istememektedir. Bununla birlikte, hiç kimse ölüme karşı duramamakta ve herkes ölüm karşısında çaresiz kalmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, yeniden diriltilmenin aklen mümkün olduğunu ve muhakkak meydana geleceğini çeşitli şekillerde bildirmektedir:
a. Bir şeyi yoktan var edenin, onu ikinci defa yeniden var etmesi elbette mümkündür. Kur’ân’da bu yaratılışa şu âyetlerle delil getirilir:
“(İnsan), kendi (ilk) yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsîn, 36/78-79)
Bir başka ayette de Cenab-ı Hak, şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilme konusunda şüphede iseniz (ilk yaratılışınızı düşününüz). Şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan, (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları önce belirsiz, sonra belirlenmiş canlı et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için sizi (büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin.” (Hac, 22/5)
Allah Teâlâ, bu âyette öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlere karşı, önce insanın ilk yaratılış seyrini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Sonra onun nutfe halinden başlayarak, dünyaya gelişine kadarki bu ilk yaratılış safhalarını açıklamaktadır. Daha sonra bu ifadelerle, hiç yoktan mucizevî bir tarzdaki yaratılışını nazara vererek, öldükten sonra âhirette ikinci defa yeniden yaratılıp diriltilmesini akla yaklaştırmaktadır. Ayrıca, bunun akıldan uzak görülmemesi gerektiğine de vurgu yapmaktadır.
b. Zor bir şeyi yaratan, kolay bir şeyi elbette yaratabilir. Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha zordur. Gökleri ve yeri yaratıp onları bir şeye dayanmadan uzayda tutan Allah, şüphesiz insanı da öldükten sonra tekrar diriltmeye kâdirdir. Ayrıca insanın ilk yaratılışı, ikinci yaratılışına göre daha zordur. İnsanı ilk defa yaratmaya kadir olan Allah, onu ikinci defa yaratmaya daha çok kâdirdir. Kur’ân’da bu manalar şu âyetlerle dile getirilir:
“Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi?” (Ahkâf, 46/33)
“O, ilk önce mahlûku yaratıp sonra da tekrar diriltecek olandır ki, bu (ikinci defa yaratma) O’na göre (birinciden) çok daha kolaydır.” (Rûm, 30/27)
“İlk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.” (Kâf, 50/15)
Ayet meali:
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz ki Allah, her şeyi işiten ve görendir.” (Lokmân, 31/28)
Bu âyetlerde gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’nın, insanı daha kolay yaratacağı anlatılmaktadır. Ayrıca, varlıkları ilk yaratışta acizlik göstermediğine göre, ondan daha kolay olan ikinci yaratışta hiçbir acizlik göstermeyeceğine dikkat çekilmektedir. İnsanları yeniden diriltip kabirlerinden kaldırılacağı nazara verilmektedir. Bunun yanında, bütün insanların yoktan yaratılması ve öldükten sonra yeniden diriltilip haşir edilmesinin, bir tek insanın yaratılması ve diriltilip haşir edilmesi gibi kolay olduğu da vurgulanmaktadır.
Zorluk ve Kolaylık İnsanlara Göredir
Esasen zorluk ve kolaylık gibi kavramlar izafî kavramlardır. Bunlar bize göre olup, Allah Teâla’ya göre zor, kolay, daha zor, daha kolay diye bir şey yoktur. Ona göre hepsi kolaydır. Çünkü biz gücümüz, bilgimiz, irâdemiz ve her şeyimizle sınırlı olarak yaratılmış âciz bir varlığız. Allah ise, her yönü ile sonsuz olan ve her şeye gücü yeten yüce yaratıcıdır. Allah’ın kudreti, ilmi, irâdesi, bütün sıfat ve isimleri sonsuz olduğu için, varlıkları yaratmada O’nun için az-çok, büyük-küçük diye bir şey fark etmez. Bu nedenle, O’nun için bir zerre ile bir güneşi yaratmak, bir insanla milyarlarca insanı yaratma arasında hiçbir fark yoktur. Hiçbir şey O’na zor gelmez. Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar ona kolay gelir.
Allah Teâlâ, Kur’ân’da bize bizim anlayacağımız şekilde hitap ettiği için, biz anlayalım diye bu ifadeleri kullanmıştır. Yoksa gerçekten Allah için, bir atomu yaratmakla, bütün kâinatı yaratmak arasında fark yoktur.
c. Ölü bir durumda olan yeri canlandıran Allah, insanı da diriltebilir.
“Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik. Kullara rızık olması için birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Ve o su ile ölü toprağa can verdik. İşte hayata yeniden çıkış (insanların yeniden diriltilip kabirlerden çıkarılmaları) da böyledir.” (Kâf, 50/9-11)
Nasıl ki bu dünyada devlet gücünü elinde bulunduran sultanlar ve diğer iktidar sahipleri, kendilerine ve koydukları kanunlara itaat edenleri mükâfatlandırmakta ve isyan edenleri de cezalandırmaktadırlar. Aynı şekilde kâinatta muhteşem bir Ulûhiyet saltanatına sahip olan Allah Teâlâ, kendisine itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de ceza verecektir. Hâlbuki bu dünyada bu mükâfat ve ceza yeteri kadar verilmemektedir. Demek bunların eksiksiz ve tam olarak verileceği başka bir âlem vardır. Orası da âhiret âlemidir. Bu yüzden herkes ister istemez oraya sevk edilecektir.
Allah’ın İsimleri, Ahiretin Varlığını Gerektirir
Allah’ın isimleri, âhiret âlemini ve orada yeniden dirilişin olmasını gösterir ve ister. Çünkü, Allah ebedîdir. Dolayısıyla O’nun isimleri ve bu isimlerin tecellileri de ebedî olacaktır. Meselâ, Allah’ın Kerîm ve Rahîm isimlerinin tecellileri, en azam bir şekilde, kâinatta görülmektedirler.
Allah Kerim’dir. Yani sonsuz ikram sahibidir. Bunu kâinatta çeşit çeşit meyve ve sebzeleri ikram etmesiyle görüyoruz. Ağaçların kucaklarını meyvelerle dolduruyor, bitkilerin başlarında hediyeler gönderiyor. Âdeta bitkiler âlemi hizmetkâr edilmiş. Kafile kafile Allah’ın ikramlarını insanlara getiriyorlar. Hayvanlar âlemi ayrı bir kafile olmuş. Süt ve et gibi başka çeşit ikramları getiriyorlar. Bütün bunlar sonsuz bir ikram ve o ikramın sahibinin delilidir. Fakat insanın ömrünün kısa olması, kısa bir zamanda sonsuz ikrama mazhar olamadığını ve olamayacağını gösteriyor. Hâlbuki, nihayetsiz ikram sahibi olmak, nihayetsiz ikram etmeyi ister. Dünya fani olduğundan, Allah’ın bu isminin tecellisi, insanların nihayetsiz ikramlara mazhar olabileceği ebedî bir âlemin varlığını gerektirir.
Aynı şekilde, Allah Rahim’dir. Yani sonsuz merhamet sahibidir. Bunun delillerinden birisi, bütün annelerin kalplerine şefkat koyup yavruları şefkatle himaye ettirmesidir. Meselâ; tavuk yavrusunu küçükken besler, büyüyünce döverek yavrusunun elinden daneyi alır. Bu gösterir ki, yavruya şefkat eden anne değil. Anneye şefkati verendir ki, vazife bitince şefkati geri alıyor. Bütün kâinatta bütün annelere verilen şefkatlerle bütün yavruların himayesi sonsuz bir merhametin delilidir.
Bu şefkat vasıtasıyla, anneler yavrularına bakmaktan büyük bir lezzet alırlar. Hatta yavrusu için, o şefkat sebebiyle hayatını bile feda eder. Fakat bir daha dönmemek üzere yavrusundan ayrılık düşüncesi annenin sevdiği yavrusundan ebedî ayrılmasını düşündürdüğünden, şefkat anneye bu sefer azap verir. Sonsuz bir merhamet sahibi ise, bu ebedî ayrılığa müsaade etmez. Çünkü böyle bir durum, hakiki merhamete zıttır. Öyle ise, kâinatta görünen sonsuz merhametin delilleri, ebedî bir beraberliği ister. Ebedî yok olmaya müsaade etmez. Bu da ahiret hayatının varlığını ve ebedî olduğunu gösterir.
Allah, aynı zamanda Hakim’dir. Yani, sonsuz hikmet sahibidir. Bu hikmeti, kâinatta her şeyin bir hikmet ve gayeye göre yaratıldığını görerek anlıyoruz. Meselâ, “Kulağımız niye çanak gibi?” dediğimiz zaman, “Sesleri iyi toplasın diye.” cevap veriyoruz. “Yapraklar niye yeşil?” dediğimizde, yine bir gaye ve fayda söyleniyor. Bütün fenler kâinatı inceliyor. Her şeyde, her cihetle bir hikmet, bir gaye ve faydayı keşfedip söylüyorlar. Yani kâinatta tasarruf eden zatın sonsuz bir hikmetle iş yaptığını ispat ediyorlar. Hikmetli yaratılış ise, lüzumsuz ve gayesiz, ölçüsüz ve plansızlığa zıttır. Yani Hakim olan, hikmetli iş yapan israf etmez. Öyle ise, bütün kâinatı insana hizmetkâr eden kâinatın Sanatkârı, insanı dirilmemek üzere toprağa atıp bütün kâinatın neticelerini israf etmez. Öyle ise, kâinattaki hikmetler, ebedî bir âlemin varlığını ispat ederler.
Allah’ın, Rezzak ismini gereği olarak, her bir canlıya en uygun rızkı verdiğini ve her canlıyı en güzel ve şefkatli bir şekilde beslediğini görüyoruz. Hâlbuki bu dünya fânî ve geçici olduğundan, O’nun isimleri burada tam anlamı ile tecelli edememektedirler. Bu isimlerin tam, eksiksiz ve sonsuz bir şekilde tecelli edebilmeleri, âhiret âleminin varlığını ve burada ölenlerin orada dirilmelerini zorunlu kılar. Bu yüzden Allah Teâlâ, âhireti getirecek ve bizleri orada yeniden diriltecektir.
Şurası unutulmamalıdır ki, biz insanlar gözümüzü bu âleme açtığımızda, tıpkı yeni doğan bir bebek gibi, burada her şeyi hazır bulduk. Yeni doğan bebek, beşiğini ve kendisine lazım olan yaşama ortamını kendi hazırlamadığı gibi, insan da bu dünyaya geldiğinde, kendisine lazım olan yaşama ortamını kendisi hazırlamadı. Dünyaya gelişinde, her şeyi hazır buldu. İşte bizleri buraya getiren Zât, bizler bu âleme gelmeden önce buraya gelmeyi isteyip istemediğimizi bize sormadan ve danışmadan bizi yaratıp buraya getirdi.
O Yüce Yaratıcı, bizi çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan ölüme götürürken de, bunların olup olmamasını isteyip istemediğimizi bize sormuyor ve danışmıyor. Yani bizi yoktan yaratıp bu dünyaya getirirken bize sorup danışmadığı gibi, bu dünyadan götürürken de bize sorup danışmıyor ve nihayet âhirette yeniden diriltip haşir ederken de bize sorup danışmayacaktır.
Anne rahmindeki bir bebeğin, dışarıdaki dünyanın mahiyetini kavrayamadığından dolayı inkâr etmesi, dünyayı yok etmediği gibi, bizim de buradan âhireti göremememiz, mahiyetini bilemememizden dolayı inkâr etmemiz de âhiret âlemini, Cennet ve Cehennem’i yok etmez. Ahireti inkar etmek, onun varlığına mani olmaz. Ancak, Cennet’e girmeye mani olur. Bize düşen orayı inkâr etmek değil, kıştan sonra baharın, geceden sonra sabahın gelmesi katiyetinde ölümden sonra haşir sabahının olacağına ve yeniden dirilişin meydana geleceğine inanıp oraya îmânla ve salih amelle hazırlanmaktır. Akıllı insanın yapması gereken de budur.
İnkârımızla sadece orada yaşanacak olan ebedî Cennet hayatının mutluluğundan mahrum kalarak büyük ve telafisi imkânsız bir zarara düşmüş oluruz. Biz âhirette kendi gücümüz ve irâdemizle dirilmeyeceğiz, Allah tarafından diriltileceğiz; tıpkı bu dünyaya kendi irâde ve gücümüzle gelmeyip, O’nun gücüyle getirildiğimiz gibi. Yaratma ve diriltme fiili bizim işimiz değil, Allah’ın işidir. Bizim sınırlı gücümüze göre imkânsız olan şey, Allah’ın kudretine göre gayet kolaydır ve zamanı gelince icraatını yapacaktır.
Diğer taraftan anne rahmindeki bebeğe baktığımız zaman, onun el ve ayakları, göz ve kulakları gibi organlarının orada kendisine lazım olmadığını ve bunları anne rahminde kullanmadığını görürüz. Bu organları ona veren yaratıcının, bunları ona anne rahminin dışındaki dünyada kullanmak için verdiğini ve onu dış dünya için yarattığını aklımızla anlıyoruz. Aynen bunun gibi, biz de bize bu dünyada verilen duyguların bir kısmını burada yeterince kullanamıyoruz. Üstelik ebedî yaşama ve ölümsüzlük arzusu gibi duygularımızın da bu dünyada karşılığı yoktur. Demek bu arzularımızın tatmin edileceği yer burası değil âhiret yurdudur. Bu dünya insan için bir anne rahmi gibi geçici, âhiret ise, ebedî yaşayacağı yurt olarak yaratılmıştır. Çünkü, insanın duyguları ile kendisine verilen maddî ve manevî cihazları bu âleme sığmamakta ve âhiret âlemini istemektedirler.
Öldükten sonra tekrar diriliş, hem bedenen ve hem de ruhen olacaktır. Bu, Allah’a göre gayet kolaydır. Yeryüzündeki bütün lambalara tek merkezden bir anda ışık vermek mümkün olduğu gibi, bir anda cesetlere de hayat verilecektir. Aynı şekilde, istirahata çekilmiş bir ordu fertlerinin, bir anda toplanması gibi, cesetlere de ruhlar, bir anda gelecek ve insan göz açıp yumuncaya kadar bir zaman içinde diriltilecektir.
“Bahar mevsimindeki haşr ve neşre bakıp görüyoruz ki, Allah Teâlâ, çok kısa bir zaman zarfında küçük ve büyük hayvanlardan ve bitkilerden milyonlarca türü haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların ve otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen diriltip iâde ediyor. Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor. Hâlbuki maddeten farkları çok az olan tohumcuklar o kadar karışmışken tam bir ayırım ve teşhis ile o kadar çabukluk ve genişlik ve kolaylık içinde tam bir intizam ve ölçü ile altı gün veya altı hafta zarfında diriltiliyor. Hiç mümkün müdür ki; bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin; gökleri ve yeri altı günde yaratamasın, insanı bir sayha ile (İsrâfil (a.s)’in “SÛR” undan çıkan sesle) haşredemesin, hâşâ.” (bk. Sözler, Onuncu Söz)
5. Haşr ve Mahşer
“O gün onlar, sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan bir halde ve davetçiye koşarak kabirlerinden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.” (Kamer, 54/7-8)
Haşr, Allah Teâlâ’nın insanları hesaba çekmek üzere, tekrar dirilişten sonra toplanma yerlerine sevk etmesi, bir araya toplaması demektir. İnsanların toplandıkları yere de “mahşer” denilir. Kur’ân-ı Kerîm’de haşr hakkında pek çok âyet vardır. Örnek olarak şu âyeti verebiliriz.
“O gün Allah, onların hepsini haşredecek / toplayacak; sonra meleklere: ‘Size tapanlar bunlar mıydı?’ diyecek.” (Sebe’, 34/40)
Hz. Peygamber (asm)’in hadislerinde ise mahşerin dümdüz bir yer olacağı, insanların çıplak, yalın ayak, sünnetsiz ve kusursuz olarak haşr olunacakları, mahşer yerinde beklerken, güneşin yaklaşacağı ve terleyecekleri, insanların o gün yaya, binekli ve yüz üstü sürünenler olmak üzere üç grup halinde haşr olunacakları anlatılmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 44-45.)
6. Amel Defterlerinin Verilmesi
“Her insanın amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyâmet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. (Sonra ona) kitabını oku! Bu gün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter (deriz).” (İsrâ, 17/13-14)
Mahşer meydanına toplanan insanlara, hesaplarının görülmesi için, kendilerinin dünyada iken yaptıkları iyi ya da kötü işlerin kaydedilip yazıldığı, amel defterleri dağıtılır. Bu defterlerin mahiyetleri bizce bilinmemektedir. Şüphesiz onlar dünyadaki bildiğimiz defterlere benzemez. Günümüz teknolojisinin diliyle konuşacak olursak, bunları, görüntü ve ses kaydı yapıp sonra da bu kayıtları seyircilere sunan gizli kameralara benzetebiliriz.
Bitkileri küçücük tohumlarında, kocaman ağaçları küçücük çekirdeklerinde, insanları ve hayvanları bir damla suda koruyup nesillerini muhafaza eden bir ilim ve kudret sahibi, aynı şekilde insanın amellerini de bir defterde kayıt edebilir. Tıpkı, yüzlerce sayfalık bilgi ve belgeleri küçük bir CD’de kayıt ettiğimiz gibi. Bu husus Kur’an’da şöyle anlatılır:
“Kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. ‘Vay halimize!’ derler. Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!’ Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf, 18/49)
Amel defterleri Cennetliklere sağdan, Cehennemliklere soldan veya arkadan verilir. Defterin sağdan verilmesi hesabın kolay olacağına dair bir müjde, soldan verilmesi ise, hesabın çetin olacağının bir habercisi olarak bildirilmektedir.
7. Hesap
“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, anamı, babamı ve (bütün) mü’minleri bağışla.” (İbrâhim, 14/41)
Âhirette insanlar, amel defterlerini aldıktan sonra, Allah Teâlâ bu defterlerdeki kayıtlara göre, onların hesabını görecek, orada kimseye adaletsizlik yapılmayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda çok sayıda âyet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir.” (Mü’min, 40/17)
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 17/14)
Hz. Peygamber (asm)’de hesap gününde insanların şu beş şeyden mutlaka sorguya çekileceklerini haber vermiştir:
1. Ömrünü nerde tükettiğinden,
2. Gençliğini nerede geçirdiğinden,
3. Malını nerede kazandığından,
4. Malını nereye harcadığından,
5. Bildiklerini uygulayıp uygulamadıklarından.
8. Mîzân
“Kıyâmet günü doğru teraziler kurarız. Hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesabı gören olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)
Ölçü ve terazi anlamlarına gelen mizan, âhirette hesaptan sonra herkesin amellerini tartmaya yarayan ilâhî adâlet ölçüsüdür. Bununla birlikte, onun mahiyeti ve iç yüzü insanlar tarafından bilinememektedir. Çünkü o, bu dünyadaki terazilere, diğer ölçü ve tartı aletlerinin hiç birine benzemez. Amellerin tartılmasından sonra, tartıda sevapları günahlarından, iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenler kurtuluşa erecek, hafif gelenler ise Cehennem’e gidip ceza göreceklerdir. Cehennem’e gidenlerden mü’min olanlar, işledikleri suçun karşılığı olan azabı çektikten sonra Cehennem’den çıkarılıp Cennet’e götürüleceklerdir. Kur’ân-ı Kerim’de, iyilikleri ağır gelenlerin hoş bir hayat içerisinde olacakları şöyle bildirilir:
“Ama tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içerisinde olacaktır. Tartıları hafif gelenler ise, onların yeri (kızgın ateşten) bir çukurdur.” (Kâria, /6-10)
“Artık kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, onlar korktuklarından emin, umduklarına erişenlerin tâ kendileridir. Kimin de tartıları hafif gelirse onlar kendilerine yazık edenlerdir. Onlar cehennemde ebedî kalıcılardır.” (Mü’minûn, 23/102-103)
9. Kevser Irmağı ve Havuzu
“(Ey Muhammed!) Doğrusu biz sana ‘kevser’i verdik.” (Kevser, 108/1)
Kevser, cennet ırmaklarından bir ırmak olup, aynı zamanda bu ırmağın üzerinde bulunduğu ve sularının içine döküldüğü “havuz”un ismidir. Kevser ırmağından akıp gelen sular mahşerde bu havuzda toplanır. Kıyâmet gününde insanlar diriltilip mahşer yerinde toplanıldıklarında, Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’e kevser havuzu verilecek. Bu havuza ilk erişen Peygamberimiz olacak. O gün oraya erişenler o sudan içecek ve asla bir daha susamayacak. Hadis-i şeriflerde bildirildiği üzere, bu havuzun bir kenarı bir aylık yol olup çok geniştir; suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir; kadehleri de gökteki yıldızlardan daha çoktur. (bk. Buhârî, Rikâk, 53.)
10. Sırât
Sırât, “cehennem üzerine kurularak uzatılmış olan bir köprü veya yol” manasında kullanılır. İnanan ve inanmayan herkes bu köprüden geçecektir.
Hz. Peygamber (asm)’in hadislerinde, mü’minlerin yaptıkları amellerine göre sırat köprüsünden şimşek gibi, bir kısmının rüzgâr gibi, bazılarının ise sürünerek geçeceği, kâfirlerle günahları affolunmayan mü’minlerin buradan Cehennem’e atılacakları bildirilmektedir. Sıratı geçenlerin ise cennete gireceklerdir. (bk. Buhârî, Rikâk, 52.)
Kur’ân da herkesin cehenneme uğrayacağı beyan edilir:
“İçinizden, oraya (cehenneme) uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.” (Meryem, 19/71-72)
Sırât, Allah’ın ve Resûlünün bildirdiği şekilde, Allah’ın bildiği ve takdir ettiği keyfiyette mutlaka olacaktır. Cehennemin üzerinden cennete uzanan bu köprü, gerçekte insanın dünya hayatı boyunca, îmân ve güzel amellerle inşâ ettiği bir köprüdür. İnsanın bu dünyadaki amelleri, âhirette onun önüne bir köprü olarak gelir. Aslında bizler sıratı bu dünyada geçmekteyiz. Yani bu dünyada îmân esaslarına inanmakla ve güzel amel işlemekle sıratı geçmeyi hak ederiz. Çünkü bu dünyada inanıp iyi amel işleyenler orada onu geçebilecek, inanmayan ve iyi amel işlemeyenler ise, geçemeyeceklerdir.
Esasen âhiret âlemi, gayb (bilinemeyen, görülemeyen ve hissedilemeyen) âlemi olduğu için, biz bu dünyada iken oradaki durumları bize verilen bu sınırlı aklımızla ve organlarımızla kavrayamayız. Tıpkı anne rahminde olup henüz doğmamış bir bebek için, bu dünya ve içindekilerin tamamı gayb olması gibi, âhiret âlemi de bize gaybdır. Bu yüzden gayb âleminde olan sırât köprüsünün varlığını, anacak Allah’ın peygamberine bildirdiği vahiyle bilebiliriz. Bununla birlikte yine de onun keyfiyetini, nasıl olduğunu kavrayamayız.
Allah Teâlâ Kur’ân’da bize, biz insanların anlayacağı seviyede hitap etmektedir. Âhiret âlemi ile ilgili Sûr, Amel Defteri, Havuz, Sırat, Mizan, vb. bilinmeyen kavramları, anlayabilmemiz için, dünyadaki bildiğimiz nesnelerin isimleri ile anlatmaktadır. Yoksa, oradaki varlıkların buradakilerle bir ilişkisi ve benzerliği yoktur. Sözgelimi, sırât köprüsünün dünyadaki köprülere, oradaki mîzan terazinin buradaki terazilerle, oradaki Sûr’un buradaki boru ve borazanlarla, oradaki defterlerin buradaki defterlerle isimden başka hiçbir benzerliği yoktur. Mahiyetini ise, ancak Yüce Allah bilir.
11. Şefâat:
“Hiçbir şefâatçi yoktur ki, O’nun izni olmadan şefâat debilsin.” (Yunus, 10/3)
Şefâat, âhirette günahı olan mü’minlerin günahlarının affedilmesi, günahı olmayanların ise, daha yüksek derecelere çıkabilmeleri için, Allah’ın izin verdiği peygamberler, âlimler ve şehitlerin, onlar için Allah’a yalvarmaları, duâ etmeleri ve bağışlanmalarını istemeleri demektir.
Kur’ân-ı Kerîm, şefâat konusuna özel bir önem vermekte ve onu tevhid meselesi ile irtibatlandırmaktadır. Bu konudaki Kur’ân âyetlerinin bir kısmı şöyledir:
“O’nun izni olmadan katında şefâat edecek kimmiş?” (Bakara, 2/255)
“Bunlar, O’nun (Allah’ın) rızasına ermiş olandan başka kimseye şefâat etmezler.” (Enbiyâ, 21/28)
Allah Teâlâ ise, ilâhî adaletinin gereği olarak affedilmeği hak kazanan kullarının şefâat olunmasına razı olabilir. Hz. Peygamber (asm) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Her peygamberin kendine has, kabul olunan bir duâsı vardır ve onunla duâ ede gelmişlerdir. Fakat ben, duâmı âhirette ümmetime şefâat etmek için saklıyorum.” (Buhârî, Daavât, 1)
Bununla birlikte, Müslümanlara düşen görev, şefâate güvenerek dinin emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik göstermemeli ve onları asla terk etmemelidir. Aksine, şefâate layık olmak için, bu emir ve yasaklara uymada daha üstün bir gayret göstermelidir. Aksi bir durum, o kimseyi şefâatten mahrum bırakabilir.
12. A’râf
A’râf, cennet ile cehennem arasında bulunan, ayırıcı yüksek hisara ve burca verilen isimdir. Diğer bir ifade ile A’râf, cennet ve cehennem arasında bulunan ve bunları birbirinden ayıran ara bölgedir. A’râf ehlinin kimler olacağı hususunda ihtilaf edilmiş olup, bu konuda iki görüş öne çıkmaktadır.
1. Herhangi bir peygamberin tebliğini duymamış (fetret ehli) olarak ölen insanlarla, küçükken ölen müşrik çocukları.
2. Amelleri iyi ve kötü olma noktasında eşit olan mü’minler. Bunlar Cennet’e girmeden önce Cennetle Cehennem arasında bir müddet bekletileceklerdir.
Kur’ân’da A’râf ehli ile ilgili âyetlerde şöyle buyurulur:
“İki taraf (cennetliklerle cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak, cennet ehline ‘Selâm size!’ diye seslenirler. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce: Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma, derler.” (A’râf, 7/46-47)
Bununla birlikte A’râf, devamlı bir ikamet yeri değildir. Yüce Allah, A’râf ehlini geçici olarak burada bir müddet beklettikten sonra, haklarında hüküm verecek ve lütfu ile bunları da cennete gönderecektir.
13. Cehennem
“De ki: Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz zâlimler için, duvarları çepeçevre olup onları içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf, 18/29)
“Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar.” (Mürselât, 77/32-33)
“Uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir.” (Furkân, 25/12)
Cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr mü’minlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere geçici olarak kalacakları azap yurdudur.
Kur’ân’da cehennem’le ilgili âyetlerin tümüne baktığımızda, bunların manalarından özetle şunu anlamaktayız: Cehennemin esasını ateş azabı teşkil etmekle birlikte, aklımıza gelen ve gelmeyen, insanın bütün duygularını etkileyen maddî ve manevî her türlü elem, acı, azap ve işkencenin bulunduğu çok geniş bir azap yurdudur.
Kâfirler, cehennemde ebedî olarak kalacaklar ve asla oradan çıkamayacaklardır. Günahkâr mü’minler gelince onlar, günahları miktarınca cezalarını çektikten sonra, buradan çıkarılıp cennete götürüleceklerdir.
Âhiret hayatının her devresinde olduğu gibi, cehennem azabını da ruh, bedenle birlikte çekecektir. Ancak, cehennem hayatında sözü edilen acı, ıstırap, azap, işkence, ateş vb. şeyler, bu dünyadakilere benzetilemez. Bunların iç yüzünü ve mahiyetini ancak Allah bilir; insanların bu dünyada iken bunları bilmeleri mümkün değildir.
14. Cennet
“İnananlar ve salih amel / yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara buranın bir ürünü rızık olarak verildiğinde, bu, daha önce de rızıklandığımızdır, derler. Bunlar, söylediklerinin benzerleri olarak sunulmuştur. Onlara orada tertemiz eşler vardır ve onlar orada temelli kalırlar.” (Bakara, 2/25)
Cennet, çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve mü’minlerin içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurduna denir.
Kur’ân-ı Kerîm’i incelediğimiz zaman onun cenneti ve cennetlikleri şu şekilde tasvir ettiğini görürüz:
Cennet, genişliği göklerle yer kadar olan, yakıcı sıcağın ve dondurucu soğuğun olmadığı bir yerdir. Temiz su, tadı bozulmayan süt ve süzme bal ırmaklarının yer aldığı cennette, suyu zencefille kokulandırılmış tatlı su pınarı ve sonunda misk kokusu bırakan bir içecek de vardır. Cennet şarabı baş ağrıtmayan, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden ve bembeyaz bir kaynaktan çıkan bir içecektir. İçildiği zaman sarhoş etmediği gibi, ne baş dönmesi yapar, ne günah işlemeye iter ve ne de saçmalatır. Cennette türlü türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları, bağlar, dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları ve çeşit çeşit kuş etleri bulunur. (Âl-i İmrân, 3/133; İnsan, 76/13, 18; Muhammed, 47/15; Mutaffifîn, 83/25-26; Sâffât, 37/45-47; Vâkıa, 56/21, 28-29; Tûr, 52/23; Rahmân, 55/68; Nebe’, 78/32.)
Cennetliklerin elbiseleri ince ve kalın halis ipektendir; süsleri altındandır, evleri güzeldir, onlara hizmet etmek için ölümsüz gençler dolaşırlar, bu gençler; güzelliklerinden dolayı saçılmış birer inci sanılırlar; bunlar altın kadeh ve tepsiler dolaştırırlar. Cennetliklerin canlarının istediği ve gözlerinin gördüğü her şey orada hazır bulunur. Onlara altlarından ırmaklar akan üst üste bina edilmiş köşkler vardır. Onlar için pek çok özelliklerle nitelenmiş tertemiz eşler bulunmaktadır. Cennetliklerin hem kendileri hem de eşleri cennetin gölgelerinde tahtları üzerine kurulup yaslanırlar. Kalplerindeki kin, Allah tarafından sökülüp atılmış olan cennetlikler, kardeşler halinde, karşı karşıya tahtları üzerinde otururlar. Onlara, burada hiçbir yorgunluk ve zahmet yoktur. Onlar orada boş ve yalan söz işitmezler. (Kehf, 18/21, 31; İnsan, 76/19, 21; Hac, 22/23; Fâtır, 35/33; Tevbe, 9/72; Zuhruf, 43/71; Zümer, 39/20; Bakara, 2/25; Vâkıa, 56/35-38; Sâffât, 37/48-49; Nebe’, 78/33, 35; Yâsîn, 36/56; Hicr, 15/47.)
Cennet nimetleri, insan akıl ve hayalinin alamayacağı güzelliktedir. Orada maddî ve manevî, cismanî ve rûhanî lezzetlerin ve mutlulukların her türlüsü bütün ayrıntıları ile vardır. Allah Teâlâ oradaki nimetleri anlatırken, bizim anlamamız için dünyevî nimetlere benzeterek anlatmaktadır. Hakikatte ise, oradaki nimetlerin buradakilerle isimleri dışında hiçbir benzerlikleri yoktur. Onlar dünyanın şartlarına göre değil, cennetin şartlarına göre yaratılmış eşsiz nimetlerdir. Hz. Peygamber (asm) bir kudsî hadiste cennet nimetlerini şöyle açıklamıştır:
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: Salih kullarım için ben, cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbinden bile geçmeyen nice nimetler hazırladım.” (Buhârî, “Tefsir”, sûre 32; Tevhid, 35; Müslim, Cennet, 1; Tirmizî, “Tefsir”, sûre 32.)
Şüphesiz cennetteki nimetlerin en büyüğü, Allah’ın rızasını kazanmak ve Allah’ı görmektir. Bu konuda Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur:
“…Allah’ın rızası ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe, 9/72)
Diğer taraftan mü’minler âhirette cennete girdikten sonra Allah’ı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti ve keyfiyeti hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kur’ân’da şöyle geçer:
“O gün bir takım yüzler vardır ki, ışıl ışıl parlayacak ve Rablerine bakacaklardır.” (Kıyâme, 75/22-23)
Peygamberimiz (asm) mü’minlerin âhirette Allah’ı göreceklerini şöyle anlatmaktadır:
“Muhakkak ki siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz.” (Buhârî, Mevâkit, 16; Tevhid, 24; Müslim, İmân, 81; Tirmizî, Cennet, 15.)
Cennet ve oradaki hayat ölümsüz ve sonsuz olup, cennetlikler burada ebedî olarak yaşayacaklardır. Zaten cenneti cennet yapan ve oradaki hayatı değerli ve üstün kılan, oranın ebedî ve ölümsüz oluşudur. Bütün güzellikleri ve üstün nimetlerine rağmen, eğer cennet de bu dünya gibi, geçici ve fani olsaydı, orada da ölüm olsaydı, o zaman, orasının da bir değeri olmazdı. Demek ki, ebedîlik ve ölümsüzlük dahi, cennette başlı başına büyük bir nimettir ve onu değerli kılan da bu vasfıdır.
Unutmayalım ki, cennet bu dünyada yaşarken kazanılacaktır. Orayı kazanmanın yolu, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kaderine îmân etmekten; Allah’ın rızası dairesinde Kur’ân’a ve Hz. Peygamber (asm)’in sünnetine uygun amel işlemek ve güzel ahlâkla yaşamaktan geçer. Başka kurtuluş yolu yoktur. Bu yüzden cenneti kazanmak için hepimiz bu dünyada gayret sarf etmeliyiz. Allah Teâlâ cümlemize Cennet’e girmeyi ve ebedîyen rızasına mahzar olarak orada yaşamayı nasip etsin. Âmîn.
KAYNAK: Sorularla İslamiyet – Risale Haber