Bediüzzaman Said Nursi, Liseli Gençlere Allah’ı Böyle Anlattı
Eserleri Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı tarafından da yayımlanan son asrın İslam âlimlerinden, Risale-i Nur adlı Kur’an tefsiri yazarı Bediüzzaman Said Nursi’nin Kastamonu’da lise talebelerine Allah’ı anlattığı ders.
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI
ŞUALAR KİTABI / 11. ŞUA’DAN
ALTINCI MES’ELE
Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünün binler küllî bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” dediler.
Ben dedim:
Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Mesela, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki her kavanozunda hârika ve
hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz
gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.
Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat
ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu
çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması
nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem mesela, nasıl bir hârika fabrika ki binler çeşit çeşit kumaşları
basit bir maddeden dokuyor. Şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir
makinisti tanıttırır.
Öyle de küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler
mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye, ne derece bu
insan fabrikasından büyükse, mükemmelse o derecede okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
Hem mesela, nasıl ki gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından
celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe ambarı ve
dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve
memurunu bildirir.
Öyle de bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman
seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine
alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp baharı bir büyük vagon gibi
binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak kışta erzakı tükenen bîçare
zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe ambarı ve bu
sefine-i Sübhaniye ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve
paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan
büyük ve mükemmel ise okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla o kat’iyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin
istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silahı ayrı ve giydiği elbisesi
ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir
kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı
erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve
cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu
ve ordugâh, şüphesiz bedahetle o hârika kumandanı gösterir,
takdirkârane sevdirir.
Aynen öyle de zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silah
altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhanîde, nebatat ve hayvanat
milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha,
talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve
şaşırmayarak bir tek kumandan-ı a’zam tarafından verilen küre-i arzın
bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve
mükemmel ise sizin okuyacağınız fenn-i askerî
mikyasıyla, dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın
hâkimini ve Rabb’ini ve müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini hayretler ve
takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
Hem nasıl ki bir hârika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket
ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki
elektrik lambaları ve fabrikası; şeksiz, bedahetle elektriği idare eden
ve seyyar lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini
getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi
hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.
Aynen öyle de bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız
lambaları, bir kısmı –kozmoğrafyanın dediğine bakılsa– küre-i arzdan bin
defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri
halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak
maddeleri tükenmiyor.
Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon
defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir
misafirhane-i Rahmaniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının
devamı için her gün küre-i arzın denizleri kadar gaz yağı ve dağları
kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin.
Ve onu ve onun gibi ulvi yıldızları gaz yağsız, odunsuz, kömürsüz
yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine
çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla
gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik
lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha
mükemmeldir, o derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik
mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı kâinatın sultanını, münevvirini,
müdebbirini, sâni’ini, o nurani yıldızları şahit göstererek tanıttırır.
Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.
Hem mesela, nasıl ki bir kitap bulunsa ki bir satırında bir kitap
ince yazılmış ve her bir kelimesinde ince kalemle bir sure-i Kur’aniye
yazılmış, gayet manidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve
kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir
acib mecmua; şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifini kemalâtıyla,
hünerleriyle bildirir, tanıttırır. “Mâşâallah, bârekellah” cümleleriyle
takdir ettirir.
Aynen öyle de bu kâinat kitab-ı kebiri ki bir tek sahifesi olan zemin
yüzünde ve bir tek forması olan baharda, üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar
hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri
içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel,
muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi
bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem
işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz manidar ve her kelimesinde
çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı
Ekber-i Âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve
manidar ise o derecede sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet,
geniş mikyaslarıyla ve dürbün gözleriyle bu kitab-ı kâinatın nakkaşını,
kâtibini hadsiz kemalâtıyla tanıttırır. “Allahu ekber” cümlesiyle
bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah”
senalarıyla sevdirir.
İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan her bir fen, geniş mikyasıyla
ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu
kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını
tanıttırır.
İşte bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olan mezkûr
hücceti ders vermek içindir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan çok tekrar ile
en ziyade رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ve خَلَقَ السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ âyetleriyle Hâlık’ımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli
gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek: “Hadsiz
şükür olsun Rabb’imize ki tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık.
Allah senden razı olsun.” dediler. Ben de dedim:
İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler
ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber
hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz
zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak
tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle
böyle bir Padişah-ı Zülcelal’e intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir
nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak
herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği
gibi o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişah’a iman ile intisap
etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi
hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne
kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile
derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu
unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş:
“Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de
sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı
alıyorum.” لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh
eder.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ