Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Kategoriler
Sosyal Medya

CUMHURBAŞKANIMIZ ERDOĞAN’IN TBMM KONUŞMASI TAM METNİ

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) 27. Dönem 3. Yasama Yılı, 01 Ekim 2019 Salı günü Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel kurulda yaptığı konuşma ile başladı. Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın yaptığı konuşmanın tam metnini sunuyoruz.

Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci Dönem 3’üncü Yasama Yılının açılışında, sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum.

Büyük Millet Meclisimizin açılışından günümüze kadar, bu çatı altında milli iradenin üstünlüğü inancıyla ülkemize hizmet eden tüm milletvekillerimizi saygıyla anıyorum.

Halen hayatta olan milletvekillerimizin tamamına sağlık ve afiyet, vefat edenlere Allah’tan rahmet diliyorum.

İstiklal Harbimizin Başkomutanı, Meclisimizin ilk Başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Cumhuriyetimizin bugünlere gelmesinde emeği geçen herkese ülkem ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum.

Malazgirt’ten Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin kuruluşuna, İstanbul’un Fethi’nden İstiklal Harbimize ve terörle mücadele sürecimize kadar bu toprakların vatanımız olması ve ilelebet öyle kalması için mücadele eden, şehit veya gazi olan tüm kahramanlarımızı rahmetle, minnetle yâd ediyorum.

Halen, TEK MİLLET, TEK BAYRAK, TEK VATAN, TEK DEVLET şiarıyla sınırlarımız içinde ve dışında canları pahasına mücadele eden güvenlik güçlerimizin her birini “Rabbim muhafaza buyursun” diyorum.

Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Katar’da, Somali’de, Lübnan’da, Balkanlarda ve daha pek çok yerde bayrağımızı gururla dalgalandıran güvenlik güçlerimize Mevla’dan başarılar diliyorum.

Aynı şekilde, ülkemizin yumuşak gücü olarak dünyanın hemen her köşesinde, son derece zor şartlar altında, insani yardım ve kalkınma faaliyeti yürüten sivil toplum kuruluşlarımızın temsilcilerine de muvaffakiyetler temenni ediyorum.

Bu yıl, İstiklal Harbimizin başlamasının 100’üncü yıldönümü…

Bir asır önce Samsun’dan başlayıp Amasya, Erzurum, Sivas duraklarının ardından Ankara’da ilk menziline ulaşan bu kutlu yolculuk, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla yeni bir safhaya evrilmiştir.

Kurtuluş Savaşımızı bizzat sevk ve idare eden Büyük Millet Meclisi, dönemin tüm zorluklarına göğüs gererek, bu mücadeleyi zaferle taçlandırmıştır.

600 yıllık bir çınarın yerine dikilen genç Türkiye Cumhuriyeti fidanı, inşallah 4 yıl sonra bir asrını geride bırakacaktır.

Milletimiz, sadece bu topraklardaki bin yıllık varlığı döneminde Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti olarak üç devlet kurmuştur.

Cumhurbaşkanlığı forsunda sembolleri yer alan devletlerimize baktığımızda 2 bin 200 yılı aşkın bir mirasa sahip olduğumuzu görüyoruz.

Dünyada böylesine derin, yaygın ve kesintisiz devlet tecrübesine sahip bir başka millet yoktur.

Bu süreklilik aynı zamanda millet olarak bizim hiçbir zaman esareti kabul etmediğimizi; özgürlüğümüze, onurumuza, ideallerimize hep bağlı kaldığımızı ifade ediyor.

Türkiye’yi sınırları cetvelle çizilmiş, bağımsızlığı bahşedilmiş, müesseseleri suni olarak kurulmuş; medeniyet müktesebatı, tarihi, kültürü, hedefleri olmayan toplumlar ve devletçiklerle karıştıranlar oluyor.

Ülkemizin ve milletimizin kadim geçmişini ve bugünkü gücünü anlamayanlara, bu gerçekleri her fırsatta hatırlatmanın görevimiz olduğuna inanıyorum.

Bir asır önce “hasta adam” diyerek adeta gömmeye hazırlandıkları bu millet, İstiklal Harbi ile kıyam etmiş ve hürriyetini tekrar kazanmıştı.

Son dönemde de, PKK’dan DEAŞ’a ve FETÖ’ye kadar envaiçeşit terör örgütüyle dize getirmeye kalktıkları bu necip millet, bir kez daha kıyam ederek, istiklaline ve istikbaline olan bağlılığını göstermiştir.

Bu süreçte verdiği mücadele ile Türkiye Büyük Millet Meclisimiz de, ikinci defa gazilik unvanıyla şereflenmiştir.

15 Temmuz gecesi bu millete sıkılan her kurşun, atılan her bomba, bizi büyük ve güçlü Türkiye’nin inşası yolundan vazgeçirmek bir yana, kararlılığımızı daha da perçinlemiştir.

İstiklal Marşı “KORKMA” diye başlayan bir milleti, darbeyle teslim alacaklarını sananlar, daha gün doğmadan “HAKKIDIR HAKKA TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLAL” nidasına teslim olmuşlardır.

Şayet bugün geleceğimize çok daha güvenle ve cesaretle bakıyorsak, işte bu mücadelenin başarısı sayesindedir.

Bu vesileyle herkesi, milletimizin yakın tarihteki en büyük demokrasi, hak ve özgürlük zaferi olan 15 Temmuz’un şanını, şerefini, anlamını koruma hususunda azami hassasiyet göstermeye davet ediyorum.

Aynı şekilde, milli iradenin tecelligâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin itibarının gözetilmesini de her şeyin üzerinde tutmamız gerekiyor. 

Çok partili siyasi hayata geçişi sağlayarak ülkemizi demokrasiyle tanıştıran bu Meclise sahip çıkmak, milli iradeye ve hukuk devletine de sahip çıkmak demektir.

Bu sebeple, milli iradenin üstünlüğü yerine küçük bir azınlığın çıkarlarını korumayı amaçlayan tüm darbelerin, cuntaların, siyaseti ve hukuku örseleyen nice ayak oyunlarının ilk hedefinde hep bu Meclis olmuştur.

Hamdolsun her seferinde milli irade üstün gelmiş, Meclisimiz yeniden millet adına görev üstlenmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstiklal Harbini yönetirken de, 15 Temmuz’da darbecilerin karşısına cesaretle dikilirken de, milletimiz adına tarihte eşine az rastlanır bir mücadele veriyordu.

İnşallah gelecekte de, bu kutlu çatı altında aynı mücadele kararlılıkla verilmeye devam edecektir.

Siyaset yaparken de, Meclis çalışmalarını yürütürken de, hepimiz önce bu ülkeye ve millete karşı sorumlu olduğumuzu unutmayacağız.

“ÖNCE MİLLETİM”, “ÖNCE MEMLEKETİM” demeyen hiç kimsenin bu kutlu kurumun çatısı altında yer almaya hakkı olmadığını düşünüyorum.

Türkiye’nin en büyük gücü, milletiyle ve onu temsil eden kurumlarıyla sergilediği birliktir, beraberliktir, dayanışmadır.

Bu öyle bir güçtür ki; ne parayla, ne teknolojiyle, ne de diğer imkânlarla kıyas kabul eder.

İşte bunun için her fırsatta BİR olacağız, İRİ olacağız, DİRİ olacağız, KARDEŞ olacağız, hep birlikte TÜRKİYE olacağız diyoruz.

İşte bunun için terörle ve şiddetle arasına mesafe koyan tüm kesimleri, milli meselelerde aynı ortak paydada buluşmaya davet ediyoruz.

Bu hissiyatla hareket eden herkesle ülkemizin, bölgemizin ve dünyanın tüm meselelerini konuşmaya, görüşmeye, birlikte hareket etmeye hazırız.

Milletimizin ve onların temsilcileri olan siz milletvekillerinin sesine hiçbir zaman kulağımızı ve yüreğimizi kapatmadık, kapatmayacağız.

Yeter ki siyasi konulardaki rekabetimizi ve farklılıklarımızı, ülkemize ve milletimize karşı olan sorumluluklarımızın önüne geçirmeyelim.

İnşallah önümüzdeki yasama dönemi, Meclis çatısı altında bu yönde örnek bir işbirliği sergileyeceğimiz bir devir olarak tarihe geçecektir.

Değerli milletvekilleri…

Türkiye, Cumhuriyet döneminde yeniden ayağa kalkma mücadelesi verirken, aynı zamanda darbeler, vesayet, geri kalmışlık, iş bilmezlik gibi nice sıkıntılarla da boğuşmak zorunda kalmıştır.

Şöyle geriye dönüp baktığımızda; demokraside, ekonomide, altyapıda, sanayide, ticarette, eğitimde, sağlıkta, velhasıl her alanda uzunca bir süre milletimizin oldukça düşük hizmet standartlarına mahkûm edildiğini görüyoruz.

Bu durumun elbette pek çok sebebi vardır.

En önemli sebeplerden birinin, siyaset kurumunun kendi içindeki rekabeti, ülkeye hizmetin üzerinde tutması olduğunu düşünüyorum.

Bunu gördüğümüz için, yaklaşık 18 yıl önce, Türkiye’nin yönetimine talip olarak milletimizin huzuruna çıktığımızda, ilk önce siyasetin üslubunu ve tarzını değiştirmekle işe başladık.

Daha da önemlisi, sadece karşımızdaki devasa sorunları görmekle kalmayıp, asıl onun gerisindeki büyük potansiyele odaklandık.

Evet, biz ülkemize inandık, milletimize inandık, kendimize ve politikalarımıza inandık.

Her şeyden önce de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, sorunları çözme ve ülkemizin önünü açma iradesinin büyüklüğüne inandık.

Demokrasimizi, hak ve hürriyetleri tüm kesimler için genişleterek, inanç ve ifade özgürlüğünü gerçek anlamda tesis ederek güçlendirebileceğimize inandık.

Eğitimde, çocuklarımızı 70-80 kişilik sınıflardan kurtarabileceğimize, üniversiteye girmek için yaşanan yığılmayı önleyebileceğimize inandık.

Sağlıkta, vatandaşlarımızı hastane kapılarında eziyet çekmekten kurtarabileceğimize, herkese insanca hizmet sağlayabileceğimize inandık.

Sosyal güvenlikte, ülkemizde yaşayan istisnasız herkesi kucaklayabilecek sürdürülebilir bir sistemi kurabileceğimize inandık.

Kadınlardan gençlere, engellilerden yaşlılara, kimsesizlerden bakıma muhtaçlara kadar herkesin yanında olabileceğimize inandık.

Ulaşımda, ülkemizin her yerine karayoluyla, havayoluyla, demiryoluyla hızlı, konforlu ve güvenli şekilde erişilebilmesini sağlayabileceğimize inandık.

Enerjide, kendi su, güneş, rüzgâr, termal ve kömür kaynaklarımızı en etkin şekilde değerlendirebileceğimize inandık.

Bayındırlıkta, yerleşim yerlerimizin tamamını, insanlarımızın ihtiyaçlarına uygun ve modern bir şehirleşme anlayışıyla dönüştürebileceğimize inandık.

Sanayimizi, dünyayla rekabet edebilecek düzeye çıkartabileceğimize inandık.

Savunma sanayinde, ülkemizi dışa bağımlılıktan kurtarabileceğimize inandık.

İhracatımızı, hem çeşit, hem pazar, hem de rakam itibarıyla katbekat artırabileceğimize inandık.

Büyümemizi, ülkemizin potansiyeline ve hedeflerine uygun seviyelere yükseltebileceğimize inandık.

İstihdamı, herkesin kendisini ve ailesini geçindirebileceği bir iş bulabileceği seviyeye getirebileceğimize inandık.

Adaletten güvenliğe her alanda, milletimizi özlemle beklediği hizmetlere kavuşturabileceğimize inandık.

Dış politikada, bayrağımızın onurunu, pasaportumuzun ve paramızın değerini, ülkemizin itibarını hak ettiği yere çıkartabileceğimize inandık.

İşte bu inançla yürüttüğümüz Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerimiz döneminde ne yaptıysak, neyi başardıysak, hepsini de Yüce Meclis’le birlikte, sizlerle birlikte gerçekleştirdik.

Demokrasilerde iktidar kadar muhalefetin de önemli olduğuna inandığımız için, bu başarıyı, hiçbir ayrım yapmadan Yüce Meclis’in tüm milletvekillerine ait görüyoruz.

Demokraside, ekonomide, altyapıda Cumhuriyet tarihinin en büyük atılım hamlesinin gerçekleşmesinde, icraatıyla, teklifiyle, tenkidiyle emeği olan herkese şükranlarımı sunuyorum.

Türkiye’nin, uzun, meşakkatli, zaman zaman kesintili de olsa demokraside bugün geldiği yer, hepimizin ortak zaferidir.

Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin hayata geçirilmesiyle birlikte hepimizi, inşallah, çok daha aydınlık bir gelecek bekliyor.

Meclisimizin gayreti, milletimizin takdiriyle hayata geçen yeni yönetim sistemimiz, artık sorunlarımızı herhangi bir müdahaleye meydan vermeden, demokrasinin imkânlarıyla çözebileceğimizin en büyük ispatıdır.

Bir yılını geride bıraktığımız Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini, sürekli güncelleyerek, sürekli geliştirerek bizden sonraki nesillere en büyük mirasımız olarak bırakacağımıza inanıyorum.

Değerli milletvekilleri…

Kadim bir medeniyet ve tarih birikiminin varisi olmak, bize büyük itibar kazandırma yanında, ağır sorumluluklar da yüklüyor.

Bugün bölgemizde ve dünyada, kalbiyle ve gözüyle bizi takip eden yüz milyonlarca insan bulunuyor.

Türkiye, sadece komşularının değil, onlarla birlikte bugün bize uzak gibi gözükse de, aslında aynı tarih ve medeniyet dairesinde birlikte olduğumuz tüm kardeşlerinin ve dostlarının meseleleriyle ilgilenmek zorundadır.

Suriye’ye sırtımızı dönemeyeceğimiz gibi, Filistin’e, Libya’ya, Pakistan’a, Afganistan’a, Arakan’a, Türkistan’a da sırtımızı dönemeyiz.

Irak’ı, İran’ı görmezden gelemeyeceğimiz gibi, Azerbaycan’dan Kazakistan’a, Özbekistan’dan Türkmenistan’a, Kırgızistan’dan Kırım’a kadar Asya coğrafyasının hiçbir köşesine bigâne kalamayız.

Kıbrıs’taki, Yunanistan’daki, Bulgaristan’daki soydaşlarımızın haklarını korumak nasıl vazifemiz ise, tüm Balkan ve Avrupa coğrafyasına da aynı gözle bakmakla mükellefiz.

Akdeniz’in, Ege’nin, Karadeniz’in her karışındaki gelişme bizi doğrudan ilgilendirir.

Avrupa’dan Kafkaslara, Orta Asya’dan Güney Asya’ya kadar her yerde bu anlayışla varlık gösteriyoruz.

Türkiye olarak bu geniş coğrafyada, sadece yaşatmak, yardımcı olmak ve imkân varsa birlikte kazanmak için çalışırız, mücadele ederiz.

Sınırlarımız dışındaki hiçbir faaliyetimiz işgal, ilhak, istismar amaçlı değildir.

Kendi güvenliğimiz, huzurumuz ve refahımız adına neyin peşindeysek, yakındaki ve uzaktaki tüm dostlarımız için de aynı mücadeleyi veriyoruz.

Birileri sınırlarından binlerce kilometre öteye kaynakları sömürmek, bu uğurda gerekirse terör örgütlerini, canileri, diktatörleri desteklemek için gidiyor olabilir.

Biz ise çevremize sadece yaşatmak, yardım etmek ve imkân varsa birlikte kazanmak anlayışıyla bakıyoruz.

İnsan merkezli bu anlayışın elbette bir bedeli var.

Ne bedel ödersek ödeyelim, Türk Milletini diğerlerinden ayıran bu insani duruşumuzdan hiçbir zaman vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz.

Değerli milletvekilleri…

Bugün ülkemizde, çeşitli ülkelerden gelen yaklaşık 5 milyon yabancı bulunuyor.

Esasen Anadolu nüfusunun kahir ekseriyeti, son 150 yıldır neredeyse kesintisiz bir şekilde, canını ve geleceğini kurtarmak için bu topraklara akın etmiş insanlardan meydana geliyor.

Üstelik bu yöneliş yakın tarihte de devam etmiştir.

Bundan 30 yıl önce, Bulgaristan’dan yüzbinlerce soydaşımız sınırlarımıza dayandığında, kapıları kapatıp onları zulmün pençesine terk etmek aklımızdan dahi geçmedi.

Ardından Irak’taki yüzbinlerce Kürt kardeşimiz üzerlerine yağan bombalardan kaçmak için ülkemize sığındığında yine sınırları kapatmayı asla düşünmedik.

Orta Asya’dan, Türkistan’tan, Kafkaslardan, Balkanlardan, Kuzey Afrika’dan gelen soydaşlarımızı, dostlarımızı daima bağrımıza bastık.

Son olarak Suriyeli kardeşlerimiz rejimin ve terör örgütlerinin baskısı altında ezildiğinde, yine gönlümüzün ve sınırlarımızın kapılarını açtık.

Suriye krizi uzadığı için, halen sınırlarımız içinde yaşayan 3 milyon 650 bin misafirimizin yol açtığı ekonomik, sosyal ve kültürel sınamaların tabii ki farkındayız.

Türkiye’den başka böyle bir yükü omuzlayabilecek ve bu kadar uzun süre yönetebilecek bir başka ülke olmadığını da biliyoruz.

Bununla birlikte, milyonlarca sığınmacıyı ilanihaye kendi topraklarımızda misafir etmeye devam etmek gibi bir düşüncemiz de yoktur.

Yaklaşık 8 yıldır ülkemizde misafir ettiğimiz bu insanların evleri, yurtları, vatanları zaten vardır.

Bize düşen, sığınmacıların bir an önce kendi ülkelerinde hayatlarını sürdürebilecekleri güvenli bir iklimi oluşturmaktır.

Bu konuda uluslararası topluma şimdiye kadar pek çok çağrıda bulunduk.

Mesela, bundan 4 yıl önce, Antalya’da yapılan G-20 Zirvesinde, toplantıya katılan tüm liderlere, Suriye’de bir güvenli bölge oluşturmayı ve sığınmacıları kendi topraklarında iskân etmeyi teklif ettik.

Söze gelince herkes bu projeyi memnuniyetle karşılarken, maalesef, hiçbir ülke atılacak somut adımlar konusunda elini taşın altına koymadı.

Yine aynı dönemde ülkemize yönelik Suriye kaynaklı terör tehdidi artık tahammül edilemez boyutlara ulaştı.

Bu durum bizi, Suriye topraklarını gerek ülkemiz gerekse mültecileri için güvenli hale getirme işini bizzat gerçekleştirmeye mecbur bıraktı.

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarını, bu anlayışla hayata geçirdik.

İdlip’te, Rusya ve İran’la birlikte yürüttüğümüz Astana Süreci ile büyük bir insani dramın yaşanmasının önüne geçtik.

Şimdiye kadar, güvenli hale getirdiğimiz yerlere geri dönen Suriyeli sığınmacı sayısı 360 bini buldu.

Yaklaşık 4 milyon kişinin yaşadığı İdlip’teki kırılgan durumu kontrol etmek için de tüm taraflarla yakın işbirliği halinde çalışıyoruz.

Ayrıca, Fırat’ın doğusu olarak ifade ettiğimiz bölgeyle ilgili uzun ve zahmetli bir süreç yaşadık.

Bugün bulunduğumuz noktaya da işte tüm bu gelişmelerin sonunda geldik.

Değerli milletvekilleri…

Öncelikle şu hususu bir kez daha sizlerle, milletimizle ve tüm dünyayla paylaşmak istiyorum:

Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünden, Suriye halkının siyasi ve idari birliğinden yanadır.

Suriye’deki mevcudiyetimizin tek sebebi, sınırlarımıza yönelik terör tehditlerinin, aynı zamanda ülkemizdeki Suriyelilerin geri dönüşlerini de engelleyen bir bariyer haline dönüşmüş olmasıdır.

Biz asla savaştan, çatışmadan, kan dökülmesinden, ölümden, acı çekilmesinden yana değiliz.

Tam tersine, hem kendimiz, hem de Arabıyla, Kürdüyle, Türkmeniyle, Süryanisiyle,  Ezidisiyle, Hristiyanıyla tüm Suriye halkı için güvenli, huzurlu, müreffeh bir gelecek istiyoruz.

Buna karşılık birileri, terör ve sığınmacı yükünü ülkemizin omuzlarına yükleyerek, adeta bize diz çöktürmeye çalışıyor.

Soruyorum sizlere?

Türkiye, böyle bir dayatmayı, böyle bir şantajı, böyle alçakça bir oyunu kabul edecek kadar aciz bir ülke midir?

Türkiye, bir takım nevzuhur devletlere yapıldığı gibi, masa başında yazılan senaryoların figüranlığını yapacak kadar köksüz bir ülke midir?

Türkiye, ecdadından tevarüs ettiği tüm değerleri bir çırpıda kenara atacak, geleceğini başkalarının eline teslim edecek kadar sahipsiz bir ülke midir?

Şayet böyle olduğunu düşünenler varsa, hiç kusura bakmasın, milletimizi de, bizi de tanımıyor demektir.

Açık ve net söylüyorum, biz bu dayatmaya, bu senaryoya rıza göstermeyiz.

Millet olarak gerekirse ser veririz, ama istiklalimizden ve onurumuzdan kesinlikle taviz vermeyiz.

Suriye konusunda karşı karşıya bulunduğumuz durum, tam da işte budur.

Değerli milletvekilleri…

Türkiye’yi, terör örgütünün tasfiyesi ve Suriye topraklarının sığınmacılar için güvenli hale getirilmesi konusunda yıllardır oyalayanların bizzat yüzlerine, artık bu oyunun sonunun geldiğini defaatle söyledik.

Sınırlarımızın bitişiğindeki sıkıntıyı müttefiklerimizle birlikte çözmek için her yolu denedik, ziyadesiyle sabırlı davrandık, kararlılığımızı da sürekli ifade ettik.

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtları, bu konudaki kararlılığımızın somut birer tezahürüdür.

Maalesef, özellikle Fırat’ın doğusunda bu yöntemle arzu ettiğimiz neticelerin hemen hiçbirine ulaşamadık.

Türkiye’nin artık bu konuda kaybedecek tek bir günü dahi yoktur.

Geldiğimiz noktada, kendi yolumuzda devam etmekten başka çaremiz kalmamıştır. 

Münbiç dâhil, Fırat’tan Irak sınırına kadar oluşturacağımız 30 kilometre derinliğindeki güvenli bölgede bir milyonu yeni yerleşim yerlerinde, bir milyonu mevcut yerlerde olmak üzere, iki milyon kişiyi iskân etmeyi planlıyoruz.

Planlarımız hazır proje çalışmalarımız hazır. Bunları devlet başkanları ile hükûmet başkanları ile hepsini BM Genel Kurulu’ndaki ikili görüşmelerde paylaştım.

Uluslararası toplumun desteğiyle inşa edeceğimiz 5 bin nüfuslu 140 köye ve 30 bin nüfuslu 50 ilçeye bir milyon kişi yerleştireceğiz.

Kurulacak köyler ve ilçelerle ilgili ön çalışmaları yaptık, yerleri tespit ettik, maliyetleri çıkardık.

Diğer bölgelerde de iyileştirme çalışmaları yürüteceğiz.

Bölgeyi terör örgütünün işgalinden kurtarır kurtarmaz, inşallah, uluslararası toplumdan alacağımız destekle derhal işe başlayacağız.

Hem ülkemizin bekası, hem terör örgütleriyle mücadelemizin başarısı, hem de Suriyeli misafirlerimizi evlerine huzuru kalple geri döndürmek için bu adımı atmak mecburiyetindeyiz.

Tabii bu arada, daha 4-5 yıl önce sınırlarımızdan içeriye bombalar, roketler yağarken bize hava savunma sistemi satışının reddedildiğini de unutmadık.

Tehditlerin önüne geçmek için S-400 sistemi satın alma yoluna giderek kendi çözümlerimizi ürettik.

NATO’nun aksi yöndeki tüm açıklamalarına rağmen, bu konu bahane edilerek ülkemize karşı gösterilen düşmanca tavrın rasyonel bir açıklaması yoktur.

Tüm bu tecrübeler bize, atmakta olduğumuz adımın ardından karşı karşıya kalacağımız fotoğrafla ilgili bir fikir veriyor.

Türkiye, kendi güvenliğini ve kardeşlerinin geleceğini, bölgede hesabı olan güçlerin keyfine terk edecek değildir.

Birlikte çalışma imkânlarını sonuna kadar zorlarız, ama bu mümkün değilse de kendi yolumuzu açarız, nitekim şu anda açmaya da başladık.

Hiç şüphesiz işimiz kolay olmayacak.

Ama Allah’ın yardımı, milletimizin desteği, mazlumların duası, güvenlik güçlerimizin kahramanlığı sayesinde, bu mücadeleden de alnımızın akıyla çıkacağımızdan şüphe duymuyorum.

Türkiye Büyük Millet Meclisimizin tüm milletvekilleri ve gruplarıyla, bu süreçte devletimizin, hükümetimizin, güvenlik güçlerimizin yanında yer alacağına inanıyorum.

Değerli milletvekilleri…

Türkiye’nin, iç ve dış güvenlik konuları yanında, ekonomi başta olmak üzere, birlik ve beraberlik içinde çözüm yolları araması gereken başka meseleleri de vardır.

Bugünün Türkiye’si, diğer alanlarda olduğu gibi ekonomide de 2000 yılı öncesinin Türkiye’si değildir.

Makro ekonomik görünümden altyapıya kadar her alanda adeta çağ atladık.

Böylece Türkiye, gelişmekte olan ülke grubunda bir üst kategoriye yükseldi.

Bununla birlikte ülkemizin, özellikle son yıllarda küresel çaplı spekülatif saldırıların da odağında yer aldığını görüyoruz. 

Ticaret savaşlarının yıkıcı sonuçları ve Avrupa Birliği’nin kendi içindeki sorunlarının tırmanmasıyla, bu saldırıların etkileri daha da artmıştır.

Her şeye rağmen, bu durum karşısında kararlı ve güçlü bir duruş sergilediğimizin altını çizmek istiyorum.

Mesela, geçtiğimiz yılın Ağustos ayından itibaren finans sistemimizi hedef alan saldırılar, ekonominin kendi dinamikleri içinde gerçekleşen hadiseler değildi.

Öyle ki, bu süreçte, sadece bir gecede 10 milyar dolardan daha fazla, ülkemizdeki cari kurun çok üzerinde döviz satın alma emirleriyle karşılaştığımız durumlar oldu.

Döviz kurundaki yükselişle başlayan finansal dalgalanma, faizlerden enflasyona, büyümenin negatife dönmesinden işsizliğin artışına kadar pek çok zincirleme etkiye yol açtı.

Ağustos ayındaki sıkıntının ardından, ekonomi yönetimimiz bu tür tehditlere karşı pek çok önlem almış, bunları zamanla hem geliştirmiş, hem de başarıyla uygulamıştır.

Öncelikle, saldırı dalgasının ilk ayağı olan döviz kuru, nispeten istikrarlı bir çizgiye oturtulmuştur.

Ardından, ülkemiz ekonomisinin gerçekleriyle orantısız bir şekilde yükseltilmiş olan faizin kademeli olarak aşağıya inmesi için ihtiyaç duyulan adımlar atılmıştır.

Böylece, gelişmekte olan ekonomilerden pozitif yönde ayrılan Türkiye’nin kredi risk puanı iyileşmeye başlamıştır.

Bankacılık sistemimiz güçlü yapısını koruyor ve riskleri rahatlıkla yönetebilecek bir seviyede bulunuyor.

Faizler, bir önceki yıl sonuna göre bugün, ticari kredilerde 10 puan, konut kredilerinde 15 puan, ihtiyaç kredilerinde 13 puan gerilemiştir. 

Faizlerin düşmeye başlamasıyla, konut başta olmak üzere piyasalarda bir canlanma gözlenmiştir.

Enflasyonda, TÜFE yüzde 25’ten yüzde 15’e, ÜFE ise yüzde 45’ten yüzde 13,5 seviyesine geriledi.

Önümüzdeki günlerde yeni verilerin açıklanmasıyla, enflasyonun yeniden tek haneli rakama ineceğine inanıyorum.

Enflasyonun da gerileme eğilimine girmesiyle, büyüme yeniden olumlu yönde bir seyir izlemeye başladı.

Sanayi üretimimiz, Temmuz’da bir önceki aya göre yüzde 4,3 oranında artış kaydetti.

İhracatımız, her ay yeni bir rekor kırarak yıllık bazda 170 milyar dolar sınırını geçti.

Turizmde, çok bereketli ve kârlı bir sezon geçiriyoruz.

Muhtemelen bu yıl tüm zamanların turist rekorunu kıracağız.

Turizm gelirlerimiz geçen yıl yüzde 12 artmıştı, bu yıl yüzde 10 daha artacak ve burada da 50 milyon turist sayısını inşallah yakalayacağız.

Uluslararası yatırımlar dünyada azalırken, ülkemiz bu konuda oldukça iyi bir konumda yer almayı sürdürüyor.

Bir dönem epeyce gerilemiş olan Merkez Bankamızın döviz rezervleri yeniden 100 milyar doların üzerine çıktı. Başbakanlığım döneminde, 136 milyar dolara ulaşmıştı. Biz demek ki bu rakama alışığız ve yeniden bu rakamları yakalayacağız. Şu aralar 103 milyar dolar seviyesine ulaştı.

Bu gelişmeler sayesinde, ülkemiz ekonomisinin en büyük zaafı olarak gösterilen cari işlemler dengesinde, tarihimizde ilk defa 4,4 milyar dolar artıya geçtik.

Ekonomik göstergelerin hemen tamamı, önümüzdeki dönem için olumlu yönde gelişmelerin yaşanacağına işaret ediyor.

Bu gelişmeler, OECD ve IMF       gibi uluslararası kuruluşları da, ülkemizin büyüme tahminlerini sürekli olumlu yönde revize etmeye yöneltiyor.

Türkiye, diğer alanlarda olduğu gibi, ekonomide de dimdik ayakta kalmayı başarmıştır.

Bu vesileyle, ekonomik olmaktan ziyade siyasi kriterlerle perde gerisinden ülkeleri yönetmeye kalkan IMF defterini, tekrar açılmamak üzere Mayıs 2013’de kapattık. Göreve geldiğimizde IMF’e olan borç 23,5 milyar dolardı, Mayıs 2013’te sıfırladık.

Son yıllarda yaşadığımız hadiseler bize, ekonominin dinamik bir alan olduğu, sürekli reformlarla beslenmesi gerektiği, hedeflere ancak yapısal dönüşümlerle ulaşılabileceği gerçeğini elbette unutturmuyor.

Dengelenme ve yeniden büyüme sürecini başarıyla yürütüyoruz.

Mali disiplinden asla taviz vermiyoruz.

Bugün, yaşadığımız bunca hadiseye rağmen, hem bütçe açığımızın hem de borç stokumuzun milli gelirimize oranı, Avrupa Birliği standartlarına göre çok çok iyi bir seviyededir.

2023 hedeflerimize uygun yeni stratejileri ve reformları da kesintisiz sürdürmekte kararlıyız.

Meclisimiz tarafından kabul edilen 11’inci Kalkınma Planındaki yol haritamızı takip ederek, önümüzdeki seçimsiz 4 yılı en iyi şekilde değerlendireceğiz.

Ülkemizi dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline getirene kadar durup dinlenmeden çalışmaya devam edeceğiz.

Değerli milletvekilleri…

Bilindiği gibi geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, adalet teması etrafında dünya meselelerinin kapsamlı bir değerlendirmesini yaptık.

Birleşmiş Milletler sistemi başta olmak üzere, her alanda adaleti savunurken, kendi ülkemizde bu konuda geride kalmayı kabul edemeyiz.

Bunun için, Nisan ayında kamuoyumuzla paylaştığımız Yargı Reformu Strateji Belgesinin ilk paketinin hazırlıklarını tamamladık.

Böylesine önemli bir konunun, Meclis’te mümkün olan en geniş uzlaşmayla tartışılması ve kabul edilmesinin önemli olduğunu düşünüyoruz.

Bunun için ilk reform paketi tüm milletvekillerimizin değerlendirmesine sunuldu.

Daha çok hak ve özgürlükleri genişletmeyi amaçlayan hususları içeren bu paketi yenileri takip edecektir.

Gerek komisyonlarda, gerekse genel kurulda bu reform paketlerinin yapıcı bir anlayışla tartışılacağını umut ediyoruz.

Yargı Yılı açılışında da belirttiğim gibi, hukuk başkadır, adalet başkadır.

Meclis’in görevi, adaletin tesisine imkân sağlamak için en ideal hukuk düzenlemelerini yapmaktır.

Kendimiz ve tüm insanlık için adalet peşinde koşarken, bunun çerçevesini oluşturan kanunlarımızı da sürekli geliştirmek zorundayız.

Anayasamıza göre devletin başı, yeni yönetim sistemimize göre de aynı zamanda yürütmenin sorumlusu olarak, yargı reformu çerçevesinde atılacak adımları tüm milletvekillerimizle birlikte gerçekleştirmeye önem veriyoruz.

Yasamanın, yürütmenin ve yargının kendi içlerinde bağımsız olmaları, devletin başı olan Cumhurbaşkanının öncülüğünde belirli amaçlar için işbirliği içinde çalışmalarına mani değildir.

Elbette Cumhurbaşkanı, milletvekillerinin yerine geçip kanun çıkarmaya, hâkimlerin yerine geçip hüküm vermeye kalkacak değildir.

Esasen kuvvetler ayrılığı demek, demokrasinin özünü oluşturan güçlerin çatışması değil, makul bir denge içinde aynı hedefler doğrultusunda faaliyetlerini yürütmeleri demektir.

Biz de bu anlayışla, Anayasanın verdiği göreve uygun şekilde, tüm kurumlarımızın ahenk içinde çalışmalarını temin gayesiyle çaba gösteriyoruz.

İdeolojik saplantılar ve günlük siyasi çıkarlar uğruna bu dengeyi bozmaya yönelik söz ve eylemler içine girenler bize değil, ülkeye ve devlete zarar verdiklerini bilmelidirler.

Milletimizin bizden beklentisinin de uyum içinde çalışmamız olduğuna inanıyorum.

Bugüne kadar millet iradesinin üstünlüğü dışındaki tüm yolları reddettim, aksi yöndeki her girişime karşı mücadele verdim.

Vesayetin cezaevine attığı, darbecilerin hayatına kast ettiği bir siyaset ve devlet adamı olarak, başka bir yolu, yöntemi aklımdan dahi geçirmedim.

Milletimize de dünyaya da sözümüzü, öyle kapalı kapılar ardında değil, meydanlarda, kürsülerde, ekranlarda söylemeye devam edeceğiz.

Değerli milletvekilleri…

Geçtiğimiz hafta, İstanbul’da yaşanan 5,8 büyüklüğündeki deprem, bize karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi bir kez daha hatırlatmıştır.

Anadolu coğrafyası, binlerce yıldır çok ciddi depremlerle sarsılan, yıkımlar ve acılar yaşayan bir yerdir.

Ülkemizin yüzde 70’inin birinci veya ikinci derece deprem bölgesi olduğu ifade ediliyor.

Nüfusumuzun ve sanayi tesislerimizin dörtte üçü, birinci ve ikinci derece deprem bölgelerinde yer alıyor.

Yakın dönemde, 1999 yılında yaşanan İstanbul, Kocaeli, Yalova, Sakarya, Düzce ve Bolu illerimizde çok ciddi yıkımlara, can kayıplarına yol açan depremlerin görüntüleri hafızalarımızda tüm canlılığıyla duruyor.

Sadece 17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinde, 2010 yılındaki Meclis Araştırma Komisyonu rakamlarına göre 18 bin 373 canımızı kaybettik.

Aynı şekilde; 2011 yılında Van’da, 2003 yılında Bingöl’de, 1998 yılında Adana’da, 1992 yılında Erzincan’da, 1983 yılında Erzurum’da, 1976 yılında Çaldıran’da, 1975 yılında Lice’de, 1971 yılında yine Bingöl’de, 1970 yılında Gediz’de yaşanan depremleri de, son 50 yılın büyük acıları olarak hatırlıyoruz.

Bu depremlerde de on binlerce insanımız hayatını kaybetmiş, yüz binlercesi yaralanmıştır.

“DEPREM DEĞİL BİNA ÖLDÜRÜR” gerçeği, her depremde bir kez daha yüzümüze adeta şamar gibi inmiştir.

Türkiye’de inşaat faaliyetleri, çok uzun yıllar boyunca, maalesef, sadece estetik ve diğer unsurlar değil, tabii afet faktörü de gözetilmeden özensiz bir şekilde yürütülmüştür.

Biz, hükümete geldikten sonra, bu konuyu önceliklerimiz arasına aldık.

TOKİ’nin öncülüğünde başlattığımız projelerle, ülkemizde ilk defa, sistematik ve yaygın bir depreme dayanaklı yapı stoku oluşturmaya başladık.

Şu ana kadar TOKİ vasıtasıyla, 4 milyona yakın vatandaşımızın yaşadığı 850 bin güvenli konutu tamamlayıp sahiplerine teslim ettik.

Bununla kalmadık, belediyelerimizle birlikte, ülke genelinde 6,7 milyon yapının çeşitli derecelerde dönüşümünü hedefleyen bir sürece girdik.

Bugüne kadar 1 milyon 112 bin yapının dönüşümünü başlattık, önemli bir kısmını da bitirdik.

Ayrıca, projeden malzemeye ve yapı denetimine kadar, inşaat sürecine ilişkin tüm alanlarda standartları, depreme göre yeniledik, geliştirdik.

Böylece, özel sektörün yaptıklarıyla birlikte, 35 milyon vatandaşımızın güvenli evlerde yaşayabilmesini sağlayan bir dönüşümü gerçekleştirmiş olduk.

Şimdi önümüzde yaklaşık 1,5 milyon acil dönüşüm bekleyen yapı var.

Her yıl 300 bin konutu devlet ve özel sektör olarak inşa ederek, 5 yılda bu acil dönüştürülmesi gereken yapıları yenilemeyi planlıyoruz.

Kentsel dönüşüm projelerini hızlı, yerinde ve gönüllülük esasına göre yürütüyoruz.

Diğer taraftan, pek çok farklı kurum tarafından yürütülen ve maalesef koordinasyon eksikliği sebebiyle imkânların boşa harcanmasına sebep olan afet yönetimi sistemini baştan sona değiştirdik.

Ülkemizde bugün, depremden sele, yangından heyelana kadar tüm afet çalışmaları, 2009 yılında kurduğumuz Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı AFAD tarafından sevk ve idare edilmektedir.

Ayrıca, sığınmacılara geçici barınma hizmeti verilmesi ile sınırlarımız dışındaki afetlere müdahale çalışmaları da bu kurumumuzun sorumluluğundadır.

Hem kriz, hem de risk yönetimini birlikte yürüten bir sistemle, 81 ilimizin tamamında afetlere karşı hazırlık yapıyor, müdahalede bulunuyoruz.

Kızılay başta olmak üzere, sivil toplum kuruluşu mahiyetindeki yardım ve müdahale birimleri de, bu kurumumuz tarafından koordine ediliyor.

Bir yandan afet risklerinden arındırılmış yerleşim yerleri inşa etme, diğer yandan afet öncesi bilinçlendirme ve afet sonrası yardım çalışmalarıyla ilgili güçlü bir kurumsal altyapı oluşturduk.

Henüz istediğimiz seviyeye ulaşamadığımız bir gerçek olmakla birlikte, bugün Türkiye’nin 17 yıl öncesine göre afetlere daha hazırlıklı olduğu bir gerçektir.

Geçtiğimiz hafta yaşanan deprem bize, bu yöndeki çalışmalarımızı hızlandırmamız ve yaygınlaştırmamız gerektiğini göstermiştir.

Biz, bu doğrultuda üzerimize düşenleri kararlılıkla yapmaya devam edeceğiz.

Deprem gibi hayati meselelerin siyaset üstü olduğuna ve bu şekilde konuşulması, tartışılması, çalışılması gerektiğine inanıyoruz.

Aksi yöndeki her tavır ve beyan, hiç kimseye, ülkemize zarar vermekten başka fayda sağlamayacaktır.

Rabbim ülkemizi her türlü tabii afetten muhafaza etsin diyorum.

Bu duygularla bir kez daha Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci Dönem 3’üncü Yasama Yılının ülkemize, milletimize, milletvekillerimize hayırlı olmasını diliyorum.

Sizlere Meclis çalışmalarında muvaffakiyetler temenni ediyorum.

Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Kalın sağlıcakla…

KAYNAK: CUMHURBAŞKANLIĞI İNTERNET SİTESİ

KAYNAK LİNK: https://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/110910/tbmm-27-donem-3-yasama-yili-acis-konusmasi