DÜŞÜNÜLMEYEN AN

Bazı zamanlar var ki, yazılanların, işitilenlerin etkisi
kulağımızın kenarından, gözümüzün önünden, yıldırım hızıyla sıyırır geçer. Gün
ortasında “ ben varım” diyen kavurucu ateş çizgilerinin akıtıp tuzlu suların
ıslattığı ve siyahlaştırdığı tenlerin feryatlarının, kurşun gibi geçip
geçmediğinin fark edilip edilmediği an…

Yürünülen yolda, yürüyenlerin ayaklarının altında ezilen
ayakkabıların, inilti tıkırtılarının, “ hadi be” deyip geçildiği an…

Dalgalanan saçların, meltem rüzgarında, ormandaki çam
ağaçlarının gece fısıldayarak söyledikleri şarkının melodilerini terennüm
etmesinin fark edilmediği an…

Durgun bir göl altında, hareketli sevdalar yaşayan, mekânlarının
sınırlarını aştıklarında ölümle dost olacaklarını bilen, sakin görünüp,
fırtınalı yaşamında kasırgalarla boğuşan ve anlaşılmasının istemediği sesleri
çıkartan güzellerin silindiği an…

Yer altındaki katmanların, kıskançlık sonucu birbirlerini
iterek kovalamaca oynaması neticesi oluşan sarsıntıların, şiddeti ne olursa
olsun, üzerindekiler tarafından önemsenmediği an…

Dumanlı dağların üzerindeki beyazlığı ile eteğinde ikame
eden yeşilliklerin yaşam yeri olan ovalara hava attığında, gören ve bakanların,
yüreklerinin en küçük hücresine kadar, kımıldamaz, umursamaz tavrının olduğu
an…

Gizlilikten aleniliğe çıktığında, aydınlığın şımartıcı cazibesine
kapılarak, görünen alanları dolaşmayı emel edinen, şifalı müzik notalarını
çalarak, kayaları aşındırarak, bazen maviliği beyazlığa çevirerek, ilerleyen
hayat kaynağının müjdelemek istediği muştuyu duyarak özümseme arzusunun yok
edildiği an…

Hem batan, aynı zamanda yeni alemde doğanın, arzın dağ
direklerinde bıraktığı kızıllığın, birilerine üstünlük gösterisine
dönüştürülüp, diğerlerinin raks ve danslarını örtmeye çalışanların basitliğinin
görülmesine rağmen görülmediği an…

Gönül bağlılığından, dayanağı olan ağaca, bırakmayacak
şekilde sarmaş dolaş olan sarmaşığın, birbirinden kaçanlara, uzaklaşanlara
verdiği dersi almayanların bulunduğu ortamda, sayılarının artarak
kalabalıklaştığı an…

Haritaların peş peşe, takırtıları kesilmeyen makinelerden
süslü elbiseleri giyerek, endamlarını kullananlara arz ederek yığınları
oluşturduğu, en ince ayrıntılara kadar her varlık haritasını çizerek kendisini
kanıtlamaya çalıştığı zamanda, haritalar içinden kendi haritasının
malzemelerini bulamayan ve çizilmesi gereken ölçekli kılavuz haritasını
çizemeyenlerin, karmaşıklığı yaşadığı an…

Emanetlerin gerçek sahibine ulaştırılmak için elçilere
teslim edildiği an…

Gölgelerin asıl, asılların gölge olduğu, yıldızların gündüz
doğarak güneşle yarıştığı, gönülleri besleyen ana kaynakların kurutularak,
yalancı ve sahtelerin, gerçek kaynak gibi taze gönüllere gıda olarak sunulduğu
an…

Arzın üzerine düşen kar kristallerinin, bulunduğu yerden,
düşmesi gereken yere düşerken, birbirlerine zarar vermediği, dokunmadığı, yerde
bulunanlar tarafından çok iyi bilinmesine rağmen, kendileri arasında
uygulanmasını istemedikleri an…

Bir nehir gibi akıp giden an’ları hiç düşündük mü?