Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Kategoriler
Sosyal Medya

GÖRÜNMEYEN HÜZÜN

İSA AKGÜL’ÜN KÖŞE YAZISI

İSA AKGÜL’ÜN KÖŞE YAZISI

Dere suyunun şırıl şırıl aktığı, yeşilin her tonunu sergileyen ağaçların göz doyurucu görünümlerini sunduğu, oksijenli bir hava ile kendilerine mahsus ürünlerini ikram ettiği, mavi gökyüzünün avizesi güneşin gölgeler oluşturduğu, tozlu yollarda yürürken selamlaşmanın, hal hatır sormanın ve biraz da ayaküstü sohbet etmenin var olduğu, akşamları dereden kurbağa seslerinin yükseldiği, ay aydınlığının yolda yürüyenlere fenerlik yaptığı köylerde çocukluğunu yaşayanız…

Tabanı tahta, duvarları kerpiç, tavanı süslemeli ahşap olan, ağaç çerçeveli cam kenarlarını boydan boya kaplayan sedirlerin,  duvarın tamamına taht kuran hem ambar hem yüklük olan dolapların, kıble yönündeki duvarda açılmış olan, meşe odununun, kış ayazında çatır çatır yandığı bacaların olduğu odalarda büyüyeniz…

Camsız balkon gibi nitelediğimiz çıkmaları olan evlerde, duvarsız, demirden kapısı olmayan, taş ve dikenlerle sınırları belirlemek için kondurulan duvar gibi görünene sahip avlularda, çayırda, merada, dağda, ovada hayvanların arasında, tarla ve bahçelerin ortasında gülüp oynayan, düşünce mızırdanarak acısıyla kendi yanan ve çözümünü üreterek yetişeniz… 

Her aradığımız, her istediğimiz, her hayal ettiğimiz hemen anında olmuyordu. Zaman akıp gittikçede olmuyordu.  Huzur, mutluluk, sevinç, neşe, saygı, sevgi bulutları hiç gitmiyordu köyün semasından. Akşam karanlığı çökmesine rağmen, ay’ın aydınlığında ferah bir sessizlik, keyifli bir sükunet hakimdi  yatay mimariyle süslenen köy toprağında…  O yıllarda ilçe ve şehirlerde de durum aynı idi. Değerler anlamında farklılık hemen hemen sıfır noktasındaydı bizim çocukluğumuzun geçtiği yıllarda.

Zamanla köyden ilçeye, ilçeden şehre göçtük. Avlulu bahçeli evlerden bahçesiz birkaç katlı binalara geçtik ve apartman dedik. Yeşili biraz koruduk bu dilimde.  Güzelim bereketli şehrin toprağını, göz yaşına bile bakmadan kıyarcasına yok ettik. Yumuşak toprağı sert betonla buluşturduk. Toprağın yüreğinden parçaları hiç acımadan rant uğruna koparttık. Bununla yetinmedik. Komşu, akraba, dost, arkadaş ilişkilerini derinlere gömdük. Mahalle, sokak, köy kültürünü altüst ederek şehrin sevincini hüzne çevirdik. Ağlamasına kulak asmadık. Boğulmasına göz yumduk. Çıkarımız uğruna gökyüzü ile dostluğunu bozduk. Düşen rahmet damlalarının toprağıyla buluşmasına setler çektik. Diri diri gömdük gittik feryadına aldırış etmeden…

 Asık suratlı, ser kaba yüzlü, tebessümsüz simalı, dik kafalı, ilahlık taslarcasına ukala, gösteriş meraklısı, dar düşünce mekanlı, dilsiz, samıt ve kör binaların mekan tuttuğu şehirlerde, hüznü davet eden yeller hep esmekte, hiç bıkıp usanmadan.

Gürültülü sokak, saygısız caddelerden oluşan, güneşi görmeyen, belki de reddeden, hep karanlığı ve karanlık gölgeyi tercih eden, mevsimleri sadece doğan ve batandan ibaret sanan, yalancı çimenlerle avutulan dairelerin yerleştiği semtler zincirinden oluşan şehirlerde hep  ’ görünmeyen hüzün’ meydan okumuştur hep. Gözyaşları yüreğinden akmıştır sessizce ve akmaktadır da…

Ruhu gasp edilen, ruhunun gıdaları ve gıdalarının kaynakları bir bir yok edilen, kendisine ait olmayan ve bünyesine zarar verenlerle doldurularak donatılan, son nefesini vermesi için her türlü zehri toprağına ekilen,  yüreği kalbi yakıldığı gibi bedenleri de yakılan, vücuduna hiç olmayan elbiseler giydirilen, görünüşü tarumar edilen şehirlerde de hep hüznün  gözyaşı vardır.

Ve biz “şehir”i duyunca, “hüznü”  bütün zerrelerimizce hatırlar, yanımıza oturtur, onunla hem hüzünlenir, hem de hüznünü gidermek için çabalarız. Çünkü ;

Biz, parçası  “biz” olan toplumun avlulu evlerinde sevgiyle büyüyen siyah önlüklü çocuklarıyız.

Biz, üzülmeyi bile üzerek büyüyen misket çocuklarıyız.

Biz, gözlerden önce gönülleri bir olan yürekleriz.