GÖRÜNMEYEN HÜZÜN
Dere suyunun şırıl şırıl aktığı, yeşilin her tonunu
sergileyen ağaçların göz doyurucu görünümlerini sunduğu, oksijenli bir hava ile
kendilerine mahsus ürünlerini ikram ettiği, mavi gökyüzünün avizesi güneşin
gölgeler oluşturduğu, tozlu yollarda yürürken selamlaşmanın, hal hatır sormanın
ve biraz da ayaküstü sohbet etmenin var olduğu, akşamları dereden kurbağa
seslerinin yükseldiği, ay aydınlığının yolda yürüyenlere fenerlik yaptığı köylerde
çocukluğunu yaşayanız…
Tabanı tahta, duvarları kerpiç, tavanı süslemeli ahşap olan,
ağaç çerçeveli cam kenarlarını boydan boya kaplayan sedirlerin, duvarın tamamına taht kuran hem ambar hem
yüklük olan dolapların, kıble yönündeki duvarda açılmış olan, meşe odununun,
kış ayazında çatır çatır yandığı bacaların olduğu odalarda büyüyeniz…
Camsız balkon gibi nitelediğimiz çıkmaları olan evlerde,
duvarsız, demirden kapısı olmayan, taş ve dikenlerle sınırları belirlemek için
kondurulan duvar gibi görünene sahip avlularda, çayırda, merada, dağda, ovada
hayvanların arasında, tarla ve bahçelerin ortasında gülüp oynayan, düşünce
mızırdanarak acısıyla kendi yanan ve çözümünü üreterek yetişeniz…
Her aradığımız, her istediğimiz, her hayal ettiğimiz hemen
anında olmuyordu. Zaman akıp gittikçede olmuyordu. Huzur, mutluluk, sevinç, neşe, saygı, sevgi
bulutları hiç gitmiyordu köyün semasından. Akşam karanlığı çökmesine rağmen,
ay’ın aydınlığında ferah bir sessizlik, keyifli bir sükunet hakimdi yatay mimariyle süslenen köy toprağında… O yıllarda ilçe ve şehirlerde de durum aynı
idi. Değerler anlamında farklılık hemen hemen sıfır noktasındaydı bizim
çocukluğumuzun geçtiği yıllarda.
Zamanla köyden ilçeye, ilçeden şehre göçtük. Avlulu bahçeli
evlerden bahçesiz birkaç katlı binalara geçtik ve apartman dedik. Yeşili biraz
koruduk bu dilimde. Güzelim bereketli şehrin
toprağını, göz yaşına bile bakmadan kıyarcasına yok ettik. Yumuşak toprağı sert
betonla buluşturduk. Toprağın yüreğinden parçaları hiç acımadan rant uğruna
koparttık. Bununla yetinmedik. Komşu, akraba, dost, arkadaş ilişkilerini
derinlere gömdük. Mahalle, sokak, köy kültürünü altüst ederek şehrin sevincini
hüzne çevirdik. Ağlamasına kulak asmadık. Boğulmasına göz yumduk. Çıkarımız uğruna
gökyüzü ile dostluğunu bozduk. Düşen rahmet damlalarının toprağıyla buluşmasına
setler çektik. Diri diri gömdük gittik feryadına aldırış etmeden…
Asık suratlı, ser
kaba yüzlü, tebessümsüz simalı, dik kafalı, ilahlık taslarcasına ukala,
gösteriş meraklısı, dar düşünce mekanlı, dilsiz, samıt ve kör binaların mekan
tuttuğu şehirlerde, hüznü davet eden yeller hep esmekte, hiç bıkıp usanmadan.
Gürültülü sokak, saygısız caddelerden oluşan, güneşi
görmeyen, belki de reddeden, hep karanlığı ve karanlık gölgeyi tercih eden, mevsimleri
sadece doğan ve batandan ibaret sanan, yalancı çimenlerle avutulan dairelerin
yerleştiği semtler zincirinden oluşan şehirlerde hep ’ görünmeyen hüzün’ meydan okumuştur hep.
Gözyaşları yüreğinden akmıştır sessizce ve akmaktadır da…
Ruhu gasp edilen, ruhunun gıdaları ve gıdalarının kaynakları
bir bir yok edilen, kendisine ait olmayan ve bünyesine zarar verenlerle
doldurularak donatılan, son nefesini vermesi için her türlü zehri toprağına
ekilen, yüreği kalbi yakıldığı gibi
bedenleri de yakılan, vücuduna hiç olmayan elbiseler giydirilen, görünüşü
tarumar edilen şehirlerde de hep hüznün gözyaşı
vardır.
Ve biz “şehir”i duyunca, “hüznü” bütün zerrelerimizce hatırlar, yanımıza
oturtur, onunla hem hüzünlenir, hem de hüznünü gidermek için çabalarız. Çünkü ;
Biz, parçası “biz”
olan toplumun avlulu evlerinde sevgiyle büyüyen siyah önlüklü çocuklarıyız.
Biz, üzülmeyi bile üzerek büyüyen misket çocuklarıyız.
Biz, gözlerden önce gönülleri bir olan yürekleriz.