İHTİYARLARA TESELLİ VEREN ESER

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN YİRMİ ALTINCI LEM’A

İhtiyarlar Lem’ası

Yirmi altı rica ve ziya-yı teselliyi câmi’dir.

İhtar: Her bir “rica”nın başında manevî
derdimi gayet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi:
Kur’an-ı Hakîm’den gelen ilacın fevkalâde tesirini göstermek içindir.

***

İhtiyarlara ait bu Lem’a, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiş.

Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma ait olduğu için o zamanlara hayalen gidip o halette yazıldığından ifade, intizamını muhafaza edemedi.

İkincisi: Sabah namazından sonra gayet yorgunluk
hissettiğim bir zamanda hem sürate mecburiyet tahtında yazıldığından
ifadede müşevveşiyet düşmüş.

Üçüncüsü: Yanımda daim yazacak bulunmadığından,
yanımda bulunan kâtibin de Risale-i Nur’a ait dört beş vazifesi olmakla,
tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.

Dördüncüsü: Telifin akabinde ikimiz de yorgun
olarak, manayı dikkatle düşünemeyerek, gayet sathî bir tashihle iktifa
edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar bulunacak. Âlîcenab
ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmak ve
rahmet-i İlahiye boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar, ellerini
dergâh-ı İlahiyeye açtıkları vakit bizi de dualarında dâhil etsinler.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

كٓهٰيٰعٓصٓ ۞ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا ۞ اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا ۞ قَالَ رَبِّ اِنّٖى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّٖى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّا

Şu Lem’a yirmi altı ricadır.

Birinci Rica

Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare
hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında ara sıra
bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek
arzusuyla başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rast
geldiğim rica kapıları, elbette benim nâkıs ve müşevveş istidadıma göre
görülmüş, açılmış. İnşâallah sizlerin safi ve hâlis istidatlarınız,
gördüğüm ziyayı parlattıracak; bulduğum ricayı daha ziyade
kuvvetleştirecek.

İşte gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır.

İkinci Rica

İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde,
yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazîn ve bir
cihette karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki ben ihtiyarlandım,
gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış.
Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı
yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı. Birden rahmet-i İlahiye
öyle bir surette inkişaf etti ki o rikkatli hüzün ve firakı, kuvvetli
bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyarlar! Kur’an-ı Hakîm’de yüz yerde
“Er-Rahmanu’r-Rahîm” sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima
zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların imdadına rahmetini
gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle
doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve zaaf ve acz derecesi
nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîm’imizin
rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir
ziyadır.

Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahman’a intisap etmek ve feraizi kılmakla ona itaat etmektir.

Üçüncü Rica

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım
vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi
gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber

dediği gibi ruhumun hanesi olan cismimin de her gün bir taşı düşmekle
yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim
kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat
zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevî ve çok derin ve devasız
görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi
dedim ki:

Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber (Hâşiye[1])

O vakit birden merhamet-i İlahiyenin lisanı, misali, timsali,
dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan aleyhissalâtü vesselâmın nuru
ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti; o dermansız, hadsiz
zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı yeisimi,
nurlu bir ricaya çevirdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve
ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla
bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de
ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı
görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefîimiz olan
Habibullah aleyhissalâtü vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak
âlemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların
sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve
kalplerinin mahbubu ve her günde اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün
o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve
edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlahiyenin medarı ve
mevcudatın kıymetlerinin tealisinin sebebi olan o Zat-ı Ahmediye
aleyhissalâtü vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî”
rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi mahşerde herkes
“nefsî nefsî” dediği zaman, yine “ümmetî ümmetî” diyerek en kudsî ve en
yüksek bir fedakârlık ile yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir
zatın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve
evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zatın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve
zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyeye ittibadır.

Dördüncü Rica

Bir zaman, ihtiyarlığa ayak bastığımdan gafleti idame ettiren
sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana
hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi
beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi
ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatîatlar gördüm.
Niyazi-i Mısrî gibi feryat eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sine biryan, akıl hayran bîhaber.

O vakit gurbette idim. Meyusane bir hüzün ve nedametkârane bir
teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur’an-ı
Mu’cizü’l-Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını
açtı ve öyle hakiki bir teselli ziyasını verdi ki o vaziyetimin yüz
derece fevkindeki yeisi dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

Evet, ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya
ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler!
Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halk
eden bir Sâni’-i Zülcelal, mümkün müdür ki o şehirde, o sarayda en
ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin. Madem
bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş;
elbette nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur.
Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh
yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek
bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

İşte o kudsî defterin en mükemmeli, kırk vecihle mu’cize ve her
dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve her
bir harfinde asgari olarak on sevap ve on hasene ve bazen on bin ve
bazen Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i
cennet ve nur-u berzah veren Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır. Bu makamda
ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitap yoktur ve hiçbir kimse
gösteremez.

Madem bu elimizdeki Kur’an, semavat ve arzın Hâlık-ı Zülcelali’nin
rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve
ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır; bir maden-i
rahmetidir. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her
yeise bir rica, içinde vardır.

İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

Beşinci Rica

Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul’un
boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi’nde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat
aradı. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Gayet hazîn
ve rikkatli bir levha-i zeval ve firakı, ihtiyarlığın ihtarıyla gördüm.
Şecere-i ömrümün kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek
makamından tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki o
aşağıda, her bir dalında, her bir senenin zarfında sevdiklerimden ve
alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve
iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevî teessürat içinde, Fuzulî-i
Bağdadî gibi müfarakat eden dostları düşünerek enîn edip:

Vaslını yâd eyledikçe ağlarım,

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryat eylerim.

diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aradım. Birden,
âhirete iman nuru imdada yetişti. Hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir
rica verdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Madem
âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir ve madem
bizi yaratan zat hem Hakîm hem Rahîm’dir, ihtiyarlıktan şekva ve teessüf
etmemeliyiz. Bilakis ihtiyarlık, iman ile ibadet içinde sinn-i kemale
gelip vazife-i hayattan terhis ve âlem-i rahmete istirahat için gitmeye
bir alâmet olduğu cihetle ondan memnun olmalıyız.

Evet, nass-ı hadîs ile nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz
yirmi dört bin enbiyanın icma ve tevatür ile kısmen şuhuda ve kısmen
hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların
oraya sevk edileceğinden ve bu kâinatın Hâlık’ının kat’î vaad ettiği
âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi onların verdikleri haberi
keşif ve şuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmi dört
milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın
Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle,
bir âlem-i bekayı bilbedahe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücuduna
delâletiyle; ve her sene baharda, rûy-i zeminde ayakta duran hadd ü
hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini “Emr-i kün feyekûn” ile ihya
edip ba’sü ba’de’l-mevte mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler
numunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üç yüz
bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız
ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemal-i
şefkatle gayet hârika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir
zamanda hadd ü hesaba gelmez enva-ı ziynet ve mehasini gösteren bir
rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin bilbedahe âhiretin vücudunu
istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı kâinat’ın en
sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan
insandaki şedit, sarsılmaz, daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve
âmâl-i sermediyet, bilbedahe işaret ve delâletiyle bu âlem-i fâniden
sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet
bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki dünyanın vücudu
kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler (Hâşiye[2]).

Madem Kur’an-ı Hakîm’in bize verdiği en mühim bir ders, “iman-ı
bi’l-âhiret”tir ve o iman da bu derece kuvvetlidir. Ve o imanda öyle bir
rica ve bir teselli var ki yüz bin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse bu
imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ عَلٰى كَمَالِ الْاٖيمَانِ deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

Altıncı Rica

Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla
Yaylası’nda Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur
arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının
üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde
ihtiyarlık bana ihtar etti.

Altıncı Mektup’ta izah edildiği gibi; o gece ıssız, sessiz, yalnız
ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir
ses rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana
ihtar etti ki gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah
kefenini giydi, öyle de senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya
gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine
inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi:
Evet, ben vatanımdan garib olduğum gibi bu elli sene zarfındaki ömrümde
zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara
ağlayarak kaldığımdan bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir
gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten
daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki bütün dünyadan
birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor.

Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir
rica, bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdada yetişti. Öyle bir
ünsiyet verdi ki bulunduğum muzaaf vahşet, bin defa tezauf etse idi yine
o teselli kâfi gelirdi.

Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlık’ımız var,
bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için her şey var. Madem o
var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş
sahralar Cenab-ı Hakk’ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun
nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne
geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet, bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin
harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve
rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat’umatı ve nimetleri adedince
rahmetini gösteren deliller, şahitler, bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedud
olan Hâlık’ımızın, Sâni’imizin, Hâmi’mizin dergâhını gösteriyorlar. O
dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam
zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan
ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

Yedinci Rica

Bir zaman ihtiyarlığımın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni
Said’in ağlamalarına inkılab ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya,
beni Eski Said zannedip oraya istediler; gittim. Güz mevsiminin
âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış,
eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisat-ı
tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim
ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı
Devleti’nin ihtiyarlığı ve Hilafet saltanatının vefatı ve dünyanın
ihtiyarlığı; bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir halet içinde, o
yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına
baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık
karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden
(Hâşiye[3]) bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

Sağa, yani mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken bana mazi,
pederimin ve ecdadımın ve nevimin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü,
teselli yerine vahşet verdi.

Sol tarafım olan istikbale derman ararken baktım. Gördüm ki benim ve
emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde
göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi.

Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve
tarihvari nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki
ızdırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.

Sonra bu cihetten dahi meyus olunca başımı kaldırıp ömrümün ağacının
başına baktım. Gördüm ki o ağacın tek bir meyvesi var, o da benim
cenazemdir; o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.

O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının
aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki o aşağıda olan toprak, kemiklerimin
toprağıyla, mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette
ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil belki derdime dert
kattı.

Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki esassız, fâni olan dünya,
hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime
merhem ararken zehir ilâve etti.

O cihette dahi hayır göremediğimden ön tarafıma baktım, ileriye
nazarımı gönderdim. Gördüm ki kabir kapısı tam yolumun üstünde açık
görünüp ağzını açmış, bana bakıyor. Onun arkasında ebed tarafına giden
cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve
silah-ı müdafaa olacak, cüz’î bir cüz-i ihtiyarîden başka bir şey elimde
yok. O hadsiz a’da ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silah-ı
insanî olan o cüz-i ihtiyarî hem nâkıs hem kısa hem âciz hem icadsız
olduğundan, kesbden başka bir şey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana
geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun ve ne de istikbale
hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men’etsin. Geçmiş ve
geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm.

Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet
içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın
semasında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar
tenvir edip ışıklandırdı ki gördüğüm o vahşetler, o karanlıklar yüz
derece tezauf etse idi yine o nur, onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o
dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete
çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp
ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbap olduğunu
biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek
zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi
suretinde biilmelyakîn gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı
ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp o hazır gün uhrevî bir
ticaretgâh dükkânı ve şaşaalı bir misafirhane-i Rahmanî suretinde
bilmüşahede gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle ömür ağacının başında cenaze şeklinde
görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve
ebedî bir saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda
gezmek için çıktığını biilmelyakîn gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında
ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını; belki o toprak, rahmet
kapısı ve cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı iman ile
gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında
yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’an ile gösterdi ki o zahirî
zulümatta yuvarlanan dünya ise vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş,
neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış bir kısım mektubat-ı
Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterdi. Dünyanın
mahiyeti ne olduğunu biilmelyakîn bildirdi.

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında
ebede giden caddeyi, nur-u Kur’an ile gösterdi ki o kabir, kuyu kapısı
değil belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise hiçliğe ve ademistana
değil belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu
tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden dertlerime hem derman hem
merhem oldu.

Hem iman, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz-i
ihtiyarî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenahî
bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisap etmek için o
cüz-i ihtiyarînin eline bir vesika veriyor belki de iman, o cüz-i
ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor.

Hem o cüz-i ihtiyarî olan silah-ı insanî, gerçi zatında hem kısa hem
âciz hem noksandır. Fakat nasıl ki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet
hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler
görür; öyle de sırr-ı imanla o cüz’î cüz-i ihtiyarî, Cenab-ı Hak namına
onun yolunda istimal edilse beş yüz sene genişliğinde bir cenneti dahi
kazanabilir.

Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-i ihtiyarînin
dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin
daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından pek çok
seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dâhil
olduğundan o cüz-i ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder.
Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i iman ile girebildiği ve
hüzünlerin zulmetlerini def’edebildiği gibi; nur-u iman ile istikbalin
en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.

İşte ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyar ve hemşire
ihtiyareler! Madem elhamdülillah biz ehl-i imanız ve madem imanda bu
kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin defineler var ve madem
ihtiyarlığımız bizi bu definenin içine daha ziyade sevk ediyor elbette
imanlı ihtiyarlıktan şekva değil belki binler teşekkür etmeliyiz.

Sekizinci Rica

İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda,
gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî’nin
dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim
vakit ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti; hattâ Halifeden,
Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut tâ medrese talebelerine kadar
haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri
cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o
uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki âdeta dünyayı daimî, kendimi de
lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.

İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezid Cami-i mübareğine, ramazan-ı
şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan,
semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber
veren gayet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ
fermanını, hâfızların lisanıyla ilan etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin
içine yerleşip o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını
parça parça etti. Camiden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o
eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir
ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçıma
baktıkça beyaz kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!” İşte o beyaz kılların
ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti.

Baktım ki çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda,
diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye
başlıyor ve pek çok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana “Uğurlar
olsun.” deyip misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de
“Allah’a ısmarladık.” deyip o da gitmeye hazırlanıyor.

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin
külliyetinde: “Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve
küre-i arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek.
Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!”
manası, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu halette vaziyetime baktım ki medar-ı ezvak olan gençlik
gidiyor, menşe-i ahzan olan ihtiyarlık yerine geliyor. Ve gayet parlak
ve nurani hayat gidiyor; zahirî karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye
hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin
maşukası olan dünya, pek süratle zevale kavuşuyor gördüm.

Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için İstanbul’da
haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvakına baktım, hiçbir
faydası olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri;
yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve
şöhret-perestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi
altında sakîl bir riya, soğuk bir hodfüruşluk, muvakkat bir sersemlik
suretinde gördüğümden anladım ki beni şimdiye kadar aldatan bu işler,
hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.

Yine tam uyanmak için Kur’an’ın semavî dersini işitmek üzere, yine
Bayezid Camii’ndeki hâfızları dinlemeye başladım. O vakit o semavî
dersten وَ بَشِّرِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا … اِلٰى اٰخِرِ nevinden kudsî
fermanlarla müjdeler işittim. Kur’an’dan aldığım feyiz ile hariçten
teselli aramak değil belki dehşet ve vahşet ve meyusiyet aldığım
noktalar içinde teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenab-ı Hakk’a yüz bin
şükür olsun ki ayn-ı dert içinde dermanı buldum, ayn-ı zulmet içinde
nuru buldum, ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum.

En evvel herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne
baktım. Nur-u Kur’an ile gördüm ki ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah,
çirkin ise de fakat mü’min için asıl siması nuranidir, güzeldir gördüm.
Ve çok risalelerde bu hakikati kat’î bir surette ispat etmişiz.
Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz
gibi ölüm; idam değil, firak değil belki hayat-ı ebediyenin
mukaddimesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur,
bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i
ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkeza bunlar gibi hakikatler ile ölümün hakiki
güzel simasını gördüm. Korkarak değil belki bir cihetle müştakane mevtin
yüzüne baktım. Ehl-i tarîkatça rabıta-i mevtin bir sırrını anladım.

Sonra herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştak
eden ve günah ve gaflet ile geçen ve geçmiş gençliğime baktım; o güzel
süslü çarşafı (elbisesi) içinde, gayet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz
gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip
güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı. Nasıl
ki öylelerden birisi ağlayarak demiş: لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا
فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشٖيبُ Yani “Keşke gençliğim bir gün
dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona
şekva edip söyleyecektim.” Evet, bu zat gibi gençliğin mahiyetini
bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp teessüf ve tahassürle
ağlıyorlar.

Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalp, ehl-i huzur ve aklı başında ve
kalbi yerinde bulunan mü’minlerde olsa, ibadete ve hayrata ve ticaret-i
uhreviyeye sarf edilse; en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve
şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip
sû-i istimal etmeyenlere kıymettar, zevkli bir nimet-i İlahiyedir. Eğer
istikamet, iffet, takva beraber olmazsa çok tehlikeleri var.
Taşkınlıklarıyla, saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler,
belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki bir iki sene gençlik
zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.

Madem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor, biz ihtiyarlar
Allah’a şükretmeliyiz ki gençlik tehlikelerinden ve zararlarından
kurtulduk. Her şey gibi elbette gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer
ibadete ve hayra sarf edilmiş ise o gençliğin meyveleri onun yerinde
bâki kalıp hayat-ı ebediyede bir gençlik kazanmasına vesile olur.

Sonra ekser nâsın âşık ve müptela olduğu dünyaya baktım. Nur-u Kur’an
ile gördüm ki birbiri içinde üç küllî dünya var. Birisi esma-i
İlahiyeye bakar, onların âyinesidir. İkinci yüzü âhirete bakar, onun
mezraasıdır. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin
mel’abegâhıdır.

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Âdeta insanlar adedince
dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususi dünyasının direği,
kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa dünyası başına yıkılır,
kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak
vaziyetini bilmediklerinden umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş
eder.

Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususi bir
dünyam var. Bu hususi dünyam, bu kısacık ömrümle ne faydası var diye
düşündüm. Nur-u Kur’an ile gördüm ki:

Hem benim hem herkes için şu dünya, muvakkat bir ticaretgâh ve her
gün dolar boşalır bir misafirhane ve gelen geçenlerin alışverişi için
yol üstünde kurulmuş bir pazar ve Nakkaş-ı Ezelî’nin teceddüd eden,
hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar bir yaldızlı mektubu ve
her bir yaz bir manzum kasidesi ve o Sâni’-i Zülcelal’in cilve-i
esmasını tazelendiren, gösteren âyineleri ve âhiretin fidanlık bir
bahçesi ve rahmet-i İlahiyenin bir çiçekdanlığı ve âlem-i bekada
gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı
mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelal’e yüz
bin şükrettim.

Ve anladım ki dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel
içyüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken o muhabbeti sû-i
istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf
ettiğinden حُبُّ الدُّنْيَا رَاْسُ كُلِّ خَطٖيئَةٍ hadîs-i şerifinin
sırrına mazhar olmuşlar.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve
ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikati
gördüm ve çok risalelerde kat’î bürhanlarla ispat ettim. Kendime hakiki
bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve
ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Siz de
ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i
gaflet ağlasın, ehl-i dalalet ağlasın.

Dokuzuncu Rica

Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak
olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir
camii, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki
arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim,
dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga
Nehri’nin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide
yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıtasının pek çok uzun gecelerinde
çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette,
Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve
rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten
uyandırdı.

Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum fakat Harb-i Umumî’yi gören
ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شٖيبًا sırrına mazhar
olarak öyle günlerdir ki çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk
yaşında iken kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı
uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan
bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O
halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdat geldi; dilim حَسْبُنَا اللّٰهُ
وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

غَرٖيبَمْ بٖى كَسَمْ ضَعٖيفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلْاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خٰواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلٰهٖى

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!

diye dostları arıyordu. Her ne ise… O hüzünlü, rikkatli, firkatli
uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir
şefaatçi ve vesile oldu ki şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra,
gayet hilaf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede,
tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen
gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve
Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki bu surette kolaylıkla
kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz
adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilat ve çok kolaylıkla, o uzun
firarî seyahati bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana
bu kararı verdirmiş ki bakiyye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu
insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda
yalnız kabre gideceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı
ihtiyar edeceğim, demiştim.

Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddi ve çok ahbap ve İstanbul’un
şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh
eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana
unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı.
Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi
ki ileriyi göremedi, yine yattı tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî
Fütuhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Biliniz ki ihtiyarlıktaki zaaf ve
acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda
çok hâdiselerle müşahede ettiğim gibi zeminin yüzündeki rahmetin
cilvesi de gayet zahir bir tarzda bu hakikati gösteriyor. Çünkü
hayvanatın en âciz ve en zayıfı, yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin
ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada
bir yavrunun aczi, annesini en mutî bir nefer gibi –rahmetin cilvesi–
istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru
kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa validesi ona “Sen git
rızkını ara.” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi zaaf
ve acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da caridir.
Bana kanaat-i kat’iye verecek derecede tecrübeler vardır ki nasıl
çocukların aczlerine binaen rahmet tarafından rızıkları hârika bir
surette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor. Öyle de
masumiyet kesbeden imanlı ihtiyarların rızıkları da bereket suretinde
gönderiliyor. Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar
olduğu hem bir haneyi belalardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş
masum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu (Hâşiye[4])
hadîs-i şerifin bir parçası olan وَ لَوْلَا الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ
لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلَاءُ صَبًّا yani “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız
olmasaydı, belalar sel gibi üzerinize dökülecekti.” diye ferman etmekle,
bu hakikati ispat ediyor.

İşte madem ihtiyarlıktaki zaaf ve acz, bu derece rahmet-i İlahiyenin celbine medardır. Ve madem Kur’an-ı Hakîm

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا
فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا
كَرٖيمًا ۞ وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ
رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانٖى صَغٖيرًا

âyetiyle, beş cihetle gayet mu’cizane bir surette ihtiyar peder ve
valideye karşı hürmete ve şefkate evlatları davet ediyor. Ve madem
İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Ve madem
insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor.
Elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihasıyla olan muvakkat bir zevk-i
maddî yerine, manevî ve daimî ve mühim inayet-i İlahiyeden ve rikkat-i
cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet ve rahmet ve hürmetten neş’et eden
ezvak-ı ruhaniyeyi alıyoruz. O halde biz bu ihtiyarlığımızı, yüz
gençliğe değişmemeliyiz.

Evet, ben kendim sizi temin ediyorum ki: “Eski Said’in on senelik
gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik
ihtiyarlığını vermeyeceğim.” Ben ihtiyarlığımdan razıyım, siz de razı
olmalısınız.

Onuncu Rica

Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine
gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfaka
dağıtmış iken, bir gün İstanbul’un Eyyüb Sultan kabristanının dereye
bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfaka baktım.
Birden, bakıyorum benim hususi dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh
çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim: “Acaba bu
kabristanın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki bana böyle hayal
veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım,
kalbime ihtar edildi ki:

“Bu senin etrafındaki kabristanın yüz İstanbul içinde vardır. Çünkü
yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya
boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın,
sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp bu dehşetli hayal ile Sultan Eyyüb Camii’nin
mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiğim gibi bu defa da girdim.
Düşündüm ki: Ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduğum
gibi İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu
düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan da
çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam
kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum,
İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi çok sevdiğim
İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak
gibi çok sevdiğim ve müptela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım
diye düşünürken yine kabristanın o yüksek yerine gittim.

Ara sıra sinemaya –ibret için– gittiğimden bana, İstanbul içindeki
insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana
getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri
gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler
vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: “Madem bu kabristanda olanlardan
bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyen bu kabristana
girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.”

Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî
Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete
inkılab etti. Şöyle ki:

O hazîn hale karşı Kur’an’dan gelen nur böyle ihtar etti ki senin,
şimal-i şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun
vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana
birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı
kalacaksın?” Elbette zerre miktar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve
sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden dokuz yüz doksan
dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da
oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm
bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman
memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına
kışlarından kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul’a geldin.

Aynen öyle de senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden
yüzde doksan dokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada
kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın
firak değil, visaldir; o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı
bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda,
bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.

Evet, bu hakikati Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette ispat
etmiştir ki bütün bütün kalpsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalalet kalbini
boğmamış ise görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz
enva-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane
rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri
dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerîm ve Rahîm; masnuatı içinde en
mükemmel ve en câmi’ en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan
insanı, elbette ve bilbedahe sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz,
âkıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa
serptiği tohumlar gibi başka bir hayatta sümbül vermek için Hâlık-ı
Rahîm o sevgili masnuunu bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten
atar. (Hâşiye[5])

İşte bu ihtar-ı Kur’anîyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul’dan
ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten
daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir
halvethane kendime buldum. Gavs-ı A’zam (ra) Fütuhu’l-Gayb’ıyla, bana
bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi İmam-ı Rabbanî de (ra)
Mektubat’ıyla, bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit
ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve
hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah’a
şükrettim.

İşte ey benim gibi ihtiyarlık içine giren ve ihtiyarlığın ihtarıyla
vefatı çok tahattur eden zatlar! Kur’an’ın verdiği ders-i iman nuruyla,
ihtiyarlığı ve vefatı ve hastalığı hoş görmeliyiz belki bir cihette
sevmeliyiz. Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde
vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş
bir şey varsa o da günahtır, sefahettir, bid’atlardır, dalalettir.

On Birinci Rica

Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca Tepesi’nde bir köşkte,
merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım,
hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesudane bir hayat
sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum, Dârülhikmette meslek-i
ilmiyeme münasip en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana
teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice
İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem her şeyim
mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr hem
bir talebe hem hizmetkâr hem kâtip hem evlad-ı maneviyem beraberdi.

Dünyada herkesten ziyade kendimi mesud bilirken âyineye baktım;
saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette, Kosturma’daki
camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut
olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike
başladım. Hangisini tetkik ettimse baktım ki çürüktür, alâkaya
değmiyor, aldatıyor. O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir
arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık
gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba
ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki hakikat noktasında acınacak
halimize, pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar
divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki bu
dünya-perest insanları divane görüyorum?” Her ne ise…

Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel
alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım,
nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle
fânilere müptela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen
fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu
âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i
Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım.” diyerek taharriye başladım.

O vakit her şeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat
edip bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar
ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o
ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür
zannetmiştim. Halbuki o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve
terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu.

Birden Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur’an-ı Hakîm’deki
hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi o
felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata
boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur
bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve لَا اِلٰهَ
اِلَّا هُوَ cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak
bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan,
ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl
ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahi’l-hamd
kalbin muzafferiyetiyle neticelendi.

Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifa edip,
burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için binler
bürhandan bir tek bürhan beyan edeceğim. Tâ ki gençliğinde hikmet-i
ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen
malayaniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini
şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın. Tevhid
hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin vekaleti namına nefsim dedi ki: Bu kâinattaki
esbabın, tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Her şey bir sebebe
bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î en küçük
bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?

O vakit nur-u Kur’an ile sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim o mütefelsif nefsime dedi:

En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi doğrudan doğruya bütün bu
kâinat Hâlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka
surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en
küçük zannettiğimiz mahluklar, bazen sanat ve hilkat cihetinde en
büyüğünden daha büyük olur. Sinek tavuktan sanatça ileri geçmezse de
geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü
esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden bir tek zata
verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi bu şık vâcibdir, zarurîdir.

Çünkü bir tek zata, yani bir Kadîr-i Ezelî’ye verilse; madem bütün
mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi,
her şeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde her şeyin miktarı taayyün
ediyor. Ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle,
nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîm’in
bir kibrit çakar gibi “Emr-i kün feyekûn” ile hangi şey olursa olsun
icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile çok risalelerde beyan
ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’a’nın âhirinde
ispat edildiği gibi hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen
hârikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i
kudretten geliyor.

Mesela, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir
kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse o koca kitap, birden
her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de o
Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, her şeyin suret-i mahsusası bir
miktar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak “Emr-i kün
feyekûn” ile o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen
ecza gibi gayet kolay ve suhuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o
mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir,
nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî’ye ve Alîm-i külli şey’e
verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın
ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber,
o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini
ve kemal-i sanatını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir.

Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i
aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise her halde onlar icad
etse elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun,
ekser anâsır ve envaından numuneler, içinde vardır. Âdeta kâinatın bir
hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün
bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en
hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor.

Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir
plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî
kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın.
Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için hadsiz
hadd ü hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde, bir tek şekil ve
miktarda sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak muntazaman,
miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata
muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak
olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen اِنَّ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ
لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin
sırrıyla (Hâşiye[6])
bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek
sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar.
Toplasalar da o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar.
Durdursalar da daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan
zerratı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise bilbedahe esbab, bu eşyaya
sahip çıkamazlar. Demek, sahib-i hakikileri başkadır.

Evet, öyle bir sahib-i hakikileri var ki مَا خَلْقُكُمْ وَلَا
بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrıyla bütün zeminin
yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı,
bir tek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil.
“Emr-i kün feyekûn”e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı
bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve
eşkâllerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde her şeyin planı, modeli,
fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve
kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi
nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini
şaşırmaz. Seyyarat mutî bir ordusu olduğu gibi zerrat dahi muntazam bir
ordusu hükmüne geçer.

Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i
ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda
gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler
küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrut’u gebertir.
Karınca, Firavun’un sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu,
dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok
risalelerde ispat ettiğimiz gibi nasıl ki bir nefer, askerlik
vesikasıyla padişaha intisap noktasında yüz bin defa kendi kuvvetinden
fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de her şey, o
kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin
fevkinde mu’cizat-ı sanata mazhar olabilir.

Elhasıl: Her şeyin nihayet derecede hem
sanatlı hem suhuletli vücudu gösteriyor ki muhit bir ilim sahibi olan
bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa yüz bin muhal içinde, değil vücuda
gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp, imtina dairesine girecek ve
mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda
gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zahir
bir bürhan ile şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalaletin ve ehl-i
felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve lillahi’l-hamd tam imana
geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki en küçük hatırat-ı kalbimi
ve en hafî niyazımı bilecek ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine
getirdiği gibi bana saadet-i ebediyeyi vermek için koca dünyayı âhirete
tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak hem sineği
halk ettiği gibi semavatı da icad edecek hem güneşi semanın yüzüne bir
göz olarak çaktığı gibi bir zerreyi de göz bebeğimde yerleştirecek bir
kudrete mâlik olsun. Yoksa sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime
müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semavatı halk etmeyen,
saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabb’im odur ki hem
hatırat-ı kalbimi ıslah eder hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte
doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip, cenneti yapıp,
kapısını bana açar “Haydi gir!” der.

İşte ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz
felsefî ve ecnebi fünununa sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’an’ın
lisanındaki mütemadiyen لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ferman-ı kudsîsinden ne
kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve
zedelenmez ve tagayyür etmez kudsî bir rükn-ü imanîyi anlayınız ki nasıl
bütün manevî zulümatı dağıtır ve manevî yaraları tedavi eder.

Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica kapıları içinde derci, âdeta
ihtiyarımla olmadı. İstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum.
Fakat bana yazdırıldı diyebilirim. Her ne ise sadede dönüyorum.

Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sadakatsizliği
neticesinde o şaşaalı ve zahiren tatlı ve süslü İstanbul’un hayat-ı
dünyeviyesinin ezvakından bana bir nefret geldi. Nefs, meftun olduğu
ezvakın yerinde manevî ezvak aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve
ağır ve nâhoş görünen ihtiyarlıkta, bir teselli, bir nur istedi.
Felillahi’l-hamd Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun, bütün o hakikatsiz,
tatsız, âkıbetsiz ezvak-ı dünyeviye yerine; hakiki, daimî ve tatlı
ezvak-ı imaniyeyi “Lâ İlahe İllâ Hû”da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi
ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakîl görünen ihtiyarlığı, o nur-u
tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.

Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve madem imanı
ışıklandıran ve inkişaf ettiren namaz ve niyaz var, ihtiyarlığınıza
ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz. Çünkü onunla ebedî bir
gençlik kazanabilirsiniz. Hakiki soğuk ve sakîl ve çirkin ve zulmetli ve
elemli olan ihtiyarlık ise ehl-i dalaletin ihtiyarlıklarıdır belki de
onların gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar “vâ-esefâ, vâ-hasretâ”
demeli. Sizler, ey muhterem imanlı ihtiyarlar! ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى
كُلِّ حَالٍ deyip mesrurane şükretmelisiniz.

On İkinci Rica

Bir zaman Isparta vilayetinin Barla nahiyesinde nefiy namı altında,
işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilattan ve
muhabereden men’edilmiş bir vaziyette hem hastalık hem ihtiyarlık hem de
gurbet içinde gayet perişan bir halde iken Cenab-ı Hak; kemal-i
merhametinden, Kur’an-ı Hakîm’in nüktelerine, sırlarına dair benim için
medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn
vaziyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbabımı, akaribimi
unutabiliyordum. Fakat “vâ-hasretâ” birisini unutamıyordum. O da hem
biraderzadem hem manevî evladım hem en fedakâr talebem hem en cesur bir
arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden
ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin
ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim,
dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık
birisi bana lâzımdı.

Sonra birden birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım gördüm ki
Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki o
mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içinde, üç zahir
kerameti gösterir bir tarzda dercedilmiştir. O mektup beni çok
ağlattırmış ve el-ân da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman o mektupla pek
ciddi ve samimi bir surette, dünyanın ezvakından nefret ettiğini ve en
büyük maksadı bana yetişip küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da
ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakiki vazifem
olan neşr-i esrar-ı Kur’aniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti.
Hattâ mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risaleyi bana gönder, her
birisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım.” diyordu.

O mektup, bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümit verdi. Deha
derecesinde zekâya mâlik ve hakiki evladın çok fevkinde bir sadakat ve
irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye; o
işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum. O
mektuptan evvel iman-ı bi’l-âhirete dair tabettirdiğim Onuncu Söz’ün bir
nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki altı yedi
sene zarfında aldığı bütün manevî yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli
ve parlak bir iman ile ecelini bekliyor gibi bana o mektubu yazmış.

Bir iki ay sonra, Abdurrahman vasıtasıyla yine mesudane bir hayat-ı
dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken “vâ-hasretâ” birden onun vefat
haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki beş senedir daha o
tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve
gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım; on derece onların fevkinde bana bir
firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatıyla
hususi dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum.
Abdurrahman’ın vefatıyla da bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti
gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünkü o, dünyada kalsaydı
hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra
tam yerime geçecek bir hayru’l-halef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir
medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi. Ve en zeki bir talebem, bir
muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı
olurdu.

Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok
hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zahiren tahammüle çalışıyordum fakat
ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’an’ın nurundan gelen
teselli teskin etmeseydi benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O
zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî yerlerde
oturup o teessürat-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık
talebelerimle geçirdiğim mesudane hayat levhaları sinema gibi
hayalimden geçtikçe ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sürat-i teessür
mukavemetimi kırıyordu.

Birden كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyenin sırrı inkişaf etti. Bana يَا بَاقٖى
اَنْتَ الْبَاقٖى! يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى! dedirtti ve onunla hakiki
teselli verdi. Evet, ben o hâlî derede, o hazîn halette, bu âyet-i
kudsiyenin sırrıyla, Mirkatü’s-Sünne Risalesi’nde işaret edildiği gibi
kendimi üç büyük cenaze başında gördüm:

Biri: Elli beş yaşıma kadar, elli beş ölmüş ve
hayat-ı ömrümde defnedilmiş Saidlerin kabri üstünde, bir mezar taşı
olarak kendimi gördüm.

İkinci cenaze: Zaman-ı Âdem’den (as) beri, benim
hemcinsim ve nevim vefat edip mazi kabrinde defnedilmiş olan o büyük
cenazenin başında mezar taşı hükmünde olan bu asrın yüzünde gezer,
karınca gibi küçük bir zîhayat suretinde kendimi gördüm.

Üçüncü cenaze ise: İnsanlar gibi her sene dünya
yüzünde seyyar bir dünyanın vefatıyla büyük dünya da bu âyetin sırrıyla
vefat edeceği, hayalimin önünde tecessüm etti.

İşte Abdurrahman’ın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli manayı
bütün bütün aydınlattıracak ve hakiki teselli ve sönmez nur verecek bu
âyet-i kerîme, mana-yı işarîsiyle imdada yetişti: فَاِنْ تَوَلَّوْا
فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ
وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

Evet, bu âyet bildirdi ki: Madem Cenab-ı Hak var, o her şeye
bedeldir. Madem o bâkidir, elbette o kâfidir. Bir tek cilve-i inayeti,
bütün dünya yerini tutar. Ve bir cilve-i nuru, mezkûr üç büyük cenazeye
manevî hayat verir. Cenazeler olmadığını, belki vazifelerini bitirmiş,
başka âlemlere gitmiş olduklarını gösteriyor.

Üçüncü Lem’a’da bu sırrın izahı geçtiğinden ona iktifaen burada
yalnız derim ki: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ… اِلٰى اٰخِرِ
âyetinin mealini gösteren iki defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى! يَا
بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى! beni, gayet elîm o hazîn haletten kurtardı.
Şöyle ki:

Birinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى dedim, dünya ve dünyadaki
Abdurrahman gibi hadsiz alâkadar olduğum ahbapların zevalinden ve
rabıtalarım kopmasından neş’et eden hadsiz manevî yaralar içinde bir
ameliyat-ı cerrahiye nevinde bir tedavi başladı.

İkinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlesi bütün o hadsiz,
manevî yaralara hem merhem hem tiryak oldu. Yani sen bâkisin; giden
gitsin, sen yetersin. Madem sen bâkisin, zeval bulan her şeye bedel bir
cilve-i rahmetin kâfidir. Madem sen varsın, senin varlığına iman ile
intisabını bilen ve sırr-ı İslâmiyet’le o intisaba göre hareket eden
insana her şey var. Fena ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir
tazelenmektir; ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir diye düşünüp
tamamıyla o hırkatli, firkatli, hazîn, elîm, karanlıklı, dehşetli
halet-i ruhaniye; sürurlu, neşeli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli
bir halete inkılab etti. Lisanım ve kalbim, belki lisan-ı hal ile bütün
zerrat-ı vücudum “Elhamdülillah” dediler.

İşte o cilve-i rahmetin binden bir cüzü şudur ki: Ben o hüzüngâhım
olan dereden ve o hüzün-engiz haletten Barla’ya döndüm. Baktım ki
Kuleönlü Mustafa namında bir genç, benden ilm-i hale ait abdest ve
namaza dair birkaç meseleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri
kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur’a
edeceği kıymettar hizmeti (Hâşiye[7]) güya hiss-i kable’l-vuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu. Onu geriye çevirmedim, kabul ettim. (Hâşiye[8])

Sonra tebeyyün etti ki Risale-i Nur hizmetinde ve benden sonra
hayru’l-halef olarak, bir vâris-i hakiki vazifesini tam yerine getirecek
olan Abdurrahman yerine, Cenab-ı Hak Mustafa’yı numune olarak bana
göndermiş ki senden bir Abdurrahman aldım, mukabilinde bu gördüğün
Mustafa gibi otuz Abdurrahman o vazife-i diniyede sana hem talebe hem
biraderzade hem evlad-ı manevî hem kardeş hem fedakâr arkadaş vereceğim.
Evet, lillahi’l-hamd otuz Abdurrahman’ı verdi.

O vakit dedim: Ey ağlayan kalbim! Madem bu numuneyi gördün ve onunla o
manevî yaraların en mühimmini tedavi etti, sair bütün seni müteessir
eden yaraları da tedavi edeceğine kanaatin gelmelidir.

İşte ey benim gibi ihtiyarlık zamanında gayet sevdiği evladını veya
akrabasını kaybeden ve beline yüklenmiş ihtiyarlığın ağır yüküyle
beraber firaktan gelen ağır gamları da başına yüklenen ihtiyar kardeşler
ve ihtiyare hemşireler! Benim vaziyetimi anladınız ki sizinkinden çok
şiddetli iken, madem böyle bir âyet-i kerîme tedavi etti, şifa verdi.
Elbette Kur’an-ı Hakîm’in eczahane-i kudsiyesinde, umum dertlerinize
şifa verecek ilaçları vardır. Eğer iman ile ona müracaat edip ve
ibadetle o ilaçları istimal etseniz, belinizde ve başınızdaki o
ihtiyarlığın ve gamların ağır yükleri gayet hafifleşecektir.

Bu mebhasın uzun yazılmasının sırrı ise merhum Abdurrahman’a ziyade
dua-yı rahmet ettirmek düşüncesidir. Sizi usandırmasın. Hem sizi belki
ziyade müteellim edecek en acıklı ve nefret verip ürkütecek en dehşetli
yaramı, gayet nâhoş, elîm bir surette size göstermekten maksadım:
Kur’an-ı Hakîm’in kudsî tiryakı ne derece hârikulâde bir ilaç ve parlak
bir nur olduğunu göstermektir.

On Üçüncü Rica (Hâşiye[9])

Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden
herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu
ediyorum.

Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da
iki üç sene Dârülhikmette hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra
Kur’an-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın himmetiyle ve
ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve
şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. “Dâü’s-sıla” tabir edilen
iştiyak-ı vatan hissi, beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim,
vatanımda öleyim diye Van’a gittim.

Her şeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim.
Baktım ki sair Van haneleri gibi onu da Rus istilasında Ermeniler
yakmışlardı. Van’ın meşhur kalesi ki dağ gibi yekpare taştan ibarettir.
Benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk
ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş,
enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr
arkadaşlarımın bir kısmı hakiki şehit diğer bir kısmı da o musibet
yüzünden manevî şehit olarak vefat etmişlerdi.

Ben ağlamaktan kendimi tutamadım ve kalenin tâ medresenin üstündeki
iki minare yüksekliğinde medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi
sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu
için beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki beni o
hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnız idim. Yedi sekiz
sene zarfında, gözümü açtıkça bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülat
görüyordum. Baktım ki benim medresemin etrafındaki şehir içi Kaledibi
mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki
gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip
öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğu ile dost ve
ahbap idim. Kısm-ı a’zamı Allah rahmet etsin muhaceret ile vefat
etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka
Van’ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim
kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki binler gözüm
olsaydı beraber ağlayacaktı.

Ben, gurbetten vatanıma döndüm; gurbetten kurtuldum zannediyordum.
“Vâ-esefâ” gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. On İkinci Rica’da
bahsi geçen Abdurrahman gibi ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi,
dostlarımı kabirde ve o ahbapların yerlerini harabezar gördüm. Eskiden
beri hatırımda olan bir zatın bir fıkrası vardı, tam manasını
göremiyordum, o hazîn levha karşısında tam manasını gördüm. Fıkra budur:

لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلٰى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا

Yani “Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı ölüm, ruhlarımıza yol
bulamazdı ki gelsin, alsın.” Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan
müfarakattır. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış,
ağlatmamış. Eğer Kur’an’dan, imandan meded gelmeseydi o gam, o keder, o
hüzün ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.

Eskiden beri şairler şiirlerinde, ahbaplarıyla görüştükleri
menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en
firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra gayet
sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle hem
ruhum hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde
harabezara dönmüş yerlerin, gayet mamur ve şenlikli ve neşeli ve sürurlu
bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta
tedris ile kıymettar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin
safahatı, birer birer sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra
vefat edip gider tarzında, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti.

O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüb ettim. Nasıl kendilerini
aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet, dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da
içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatin
mütemadiyen, dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır, aldanmayınız demeleri
ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm.

Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de kasabasıyla,
memleketiyle belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm. Çünkü
ben vücudum itibarıyla ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken,
medresemin yalnız ihtiyarlığı değil belki vefatından dolayı on gözle
ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle yüz gözle
ağlamaya ihtiyacım vardı.

Rivayet-i hadîste vardır ki her sabah bir melaike çağırıyor: لِدُوا
لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ yani “Ölmek için tevellüd edip dünyaya
gelirsiniz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz.” diyor. İşte bu
hakikati, kulağımla değil gözümle işitiyordum.

Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim,
o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar
kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin
sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale
altındaki gayet hayattar ve mecma-ı ahbap olan medresemin vefatı, umum
Osmanlı Devleti’nde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin
manevî azametine işareten koca Van Kalesi’nin yekpare taşı, ona bir
mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki sekiz sene evvel benimle beraber
bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar.
Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber
ağlıyorlar ve onları ağlıyor gibi gördüm.

Ben o vakit anladım ki vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım, ya ben
de kabre onların yanına gitmeliyim veyahut dağda bir mağaraya çekilip
ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim: Madem dünyada böyle
tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var.
Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir
dertlerden değildir.

O vakit cihat-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı
gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet bana dünyayı korkunç, boş,
hâlî, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise düşman vaziyetini
alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede
kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri
ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrip ve vefattan gelen
hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı
Mu’cizü’l-Beyan’ın

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ
الْحَكٖيمُ ۞ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ
هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

âyetinin hakikati tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.

Baktım ki meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir
tarzda bana bakıyorlar “Bize de dikkat et, yalnız harabezara bakıp
durma.” diyorlardı. Bu âyet-i kerîmenin hakikati böyle ihtar ediyordu
ki: Van sahrasının sahifesinde misafir olan insanların eliyle yazılan ve
şehir suretini alan sun’î bir mektubun, Rus istilası denilen dehşetli
bir sel belasına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor?
Asıl Mâlik-i Hakiki ve her şeyin sahibi ve Rabb’i olan Nakkaş-ı Ezelî’ye
bak ki bu Van sahifesinde mektubatı, kemal-i şaşaa ile eski zamanda
gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap,
hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakiki’sinden gaflet ve insanları
misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri
geliyor.

Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı
açıldı. Ve o hakikati tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet, nasıl ki
bir demir ateşe sokulur tâ yumuşasın, güzel ve menfaattar bir şekil
verilsin. Öyle de o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu,
nefsimi yumuşattı. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, mezkûr âyetin hakikatiyle,
hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.

Evet, lillahi’l-hamd şu âyetin hakikati, iman feyziyle (Yirminci
Mektup gibi risalelerde kat’î ispat ettiğimiz gibi) herkesin kuvvet-i
imaniyesi nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe
verdi ki o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı
musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billahtan verdi. Ve
şöyle ihtar etti ki senin Hâlık’ın olan şu memleketin Mâlik-i
Hakiki’sinin emrine her şey musahhardır, her şeyin dizgini onun
elindedir, ona intisabın yeter.

O Hâlık’ıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün
şeyler, düşmanlıklarını terk ettiler; ağlattıran hazîn haller, beni
neşelendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kat’î bürhanlarla da
ispat ettiğimiz gibi o hadsiz arzulara karşı iman-ı bi’l-âhiretten gelen
nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki değil küçücük ve muvakkat,
kısa, dünyevî ahbaplara karşı arzu ve rabıtalarıma belki ebedü’l-âbâdda,
âlem-i bekada, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularıma kâfi gelebilir
bir nokta-i istimdad verdi.

Çünkü bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu
dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki
saat sevindirmek için bahar sofrasında hadd ü hesaba gelmez sanatlı,
şirin nimetlerini, her baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o
misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî cenneti
hadsiz bir zamanda, hadsiz enva-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden
bir Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetine iman ile istinad edip, intisabını
bilen elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki en edna derecesi,
hadsiz ebedî emellere meded verip idame eder.

Hem o âyetin hakikatiyle, imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir
surette tecelli etti ki o zulümatlı olan cihat-ı sitteyi gündüz gibi
aydınlattırdı. Çünkü bu medresem ve bu şehirde talebe ve dostlarımın
arkalarında kalıp ağlamak vaziyetini şöyle aydınlattırdı ki: Ahbabın
gittikleri âlem karanlıklı değil, yalnız yerlerini değiştirdiler; yine
görüşeceksiniz diye ihtar etti. Ağlamayı tamamen kestirdi. Ve dünyada
onların yerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham etti.
Evet, lillahi’l-hamd hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle
ihya edip, oradaki ahbapları dahi daha çok, daha kıymettar talebeler ve
ahbaplarla manen ihya etti.

Hem bildirdi ki dünya boş, hâlî olmadığını ve harap olmuş bir
memleket suretini yanlış tasavvur ettiğimi, belki Mâlik-i Hakiki
hikmetinin iktizasıyla, sun’î insanların levhasını değiştiriyor,
mektubunu tazelendiriyor. Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça
yerine yine başka meyvelerin geldiği gibi nev-i beşerde bu zeval ve
firak dahi bir teceddüddür, tazelenmektir. İman noktasında,
ahbapsızlıktan gelen elîmane bir hüzün değil belki başka güzel bir yerde
görüşmek üzere ayrılmaktan gelen, lezizane bir hüzün veren bir
tazelenmektir.

Hem o dehşetli vaziyetten, kâinatın mevcudatının karanlıklı görünen
yüzünü aydınlattı. Ben de o vakit o halete şükretmek istedim, Arabî şu
fıkra geldi, tam o hakikati tasvir etti. Şöyle ki dedim:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ الْمُصَوِّرِ مَا
يُتَوَهَّمُ اَجَانِبَ اَعْدَاءً اَمْوَاتًا مُوَحِّشٖينَ اَيْتَامًا
بَاكٖينَ ؛ اَوِدَّاءَ اِخْوَانًا اَحْيَاءً مُونِسٖينَ مُرَخَّصٖينَ
مَسْرُورٖينَ ذَاكِرٖينَ مُسَبِّحٖينَ

Yani “O şiddetli haletin tesirinden gelen gaflet ile kâinatın mevcudatı bir kısmı düşman ve ecnebi (Hâşiye[10])
bir kısmı müthiş cenazeler, diğer kısmı ise kimsesizlikten ağlayan
yetimler suretinde; gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç
levhayı, nur-u iman ile aynelyakîn gördüm ki o ecnebi, düşman görünenler
birer dost kardeştirler. Ve o müthiş cenazeler ise kısmen hayattar ve
ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan
yetimlerin vaveylâları ise zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nur-u
iman ile gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren
Hâlık-ı Zülcelal’e hadsiz hamdediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar
büyük hususi dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihat-ı İlahiyede
tasavvur ve niyetim ile istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i
nazarından, bütün o mevcudatın her birisinin ve umumunun lisan-ı
halleriyle beraber Elhamdülillahi alâ nuri’l-iman deriz.” demektir.

Hem o gafletkârane halet-i müthişeden hiçe inen ezvak-ı hayat ve
bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp
kalan belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler birden (başka
risalelerde kat’î bir surette ispat ettiğimiz gibi) nur-u iman ile
kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki kâinatı içine
aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler
yerinde, dâr-ı dünya ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer
tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalp gibi on değil, yüz
cihazat-ı insaniyenin her birini, gayet uzun bir el suretinde, her
mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahman’a uzatıp, her
tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden hem bu ulvi
hakikati ifade hem o hadsiz nimete şükür için o vakit böyle demiştim:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ
مَمْلُوؤَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَ الرَّحْمَةِ لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقًّا
يَسْتَفٖيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثٖيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ
بِاِذْنِ خَالِقِهٖ

Yani “Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette,
hakiki mü’minlerin nur-u iman ve İslâmiyet’le inkişaf ve inbisat etmiş
bütün hâsselerinin elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin
eden ve gösteren nur-u iman nimetinin mukabiline, o imanı bana veren
Hâlık’ıma, bütün zerrat-ı vücudumla dünya ve âhiret dolusu hamd ve
şükür, elimden gelse yaparım.” demektir.

Madem iman bu âlemde bu tesirat-ı azîmeyi yapar, elbette dâr-ı bekada
öyle semerat ve füyuzatı olacak ki bu dünyadaki akıl ile onlar ihata
edilmez ve tarif edilmez.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak
acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler! Sizin en ihtiyarınız her ne
kadar zahiren benden yaşlı ise de manen ben onlardan daha ziyade
ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünkü fıtratımda rikkat-i cinsiye ile
acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler
kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene
yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak belasını çekmiş iseniz
benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız.

Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu
ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlatlarının, hattâ masum
hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı
şefkat ile hissediyordum. Hususi bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona
hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâm’ın kıtasıyla
hanem gibi hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük
hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun
oluyorum!

İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belalarından gelen teessüratıma,
bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümit,
sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan
gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata, iman kâfi ve
vâfidir. Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en
elîm ve müthiş firak, ehl-i dalaletin ve ehl-i sefahetin
ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır.

O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevk etmek ve tesiratını
hissetmek için ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyet’e muvafık ubudiyetkârane
bir tavr-ı şuurdarane takınmakla olur. Yoksa gençlere benzemeye çalışmak
ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla
değildir.

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ –اَوْ كَمَا قَالَ–

mealindeki hadîsi düşününüz. Yani “Gençlerinizin en iyisi, temkinde
ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve
ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta
gençlere benzeyenlerdir.”

Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler! Hadîs-i şerifte
vardır ki: “Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min, dergâh-ı
İlahiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlahiye onun elini boş
döndürmeye hicab ediyor.” Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor,
siz de rahmetin bu hürmetini ubudiyetinizle ihtiram ediniz.

On Dördüncü Rica

Dördüncü Şuâ olan Âyet-i Nuriye-i Hasbiye’nin başının hülâsası diyor
ki: Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrit ettiklerinden beş çeşit
gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile Risale-i Nur’un
teselli verici ve meded edici nurlarına bakmayarak doğrudan doğruya
kalbime baktım ve ruhumu aradım.

Gördüm ki gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücud
ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr,
bende hükmediyordu. Halbuki müthiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O
haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:

Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.

Meyusane başımı eğdim, birden حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
imdadıma geldi “Beni dikkatle oku!” dedi. Ben de günde beş yüz defa
okudum. Okudukça yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok
kıymettar envarından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aşk-ı
beka; bendeki bekaya değil belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i
mutlak sahibi, Zat-ı Zülkemal’in ve Zülcelal’in bir isminin bir
cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i
Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i
fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin
bekasına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ geldi,
perdeyi kaldırdı.

Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevk ettim ki bekamın lezzeti ve
saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına
ve benim Rabb’im ve İlah’ım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz’anımda
vardır. Bunun edillesi, zevi’l-ehsası hayrette bırakacak gayet derin ve
dakik on iki hemhemler ve şuur-u imanlar ile Risale-i Hasbiye’de beyan
edilmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fıtratımdaki
hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim
içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri
hengâmda kalbime dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama
ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettim. Bana o
âyet bildirdi ki:

İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultan’a intisap
edersin ki zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb
nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile
vermekle beraber, başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün
erzaklarını, değil medeni insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve
şeker ve sair taamların hülâsaları gibi belki yüz derece o medeni
hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve
çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi onların
pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeler içinde sarıp,
muhafaza için küçük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçaların icadı
“Kün” emrinde bulunan “kâf-nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve
çoklukla olur ki Kur’an der: “Hâlık emreder, meydana gelir.” Madem sen,
intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden,
hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum
ki değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir
iktidar-ı imanî hissederek, bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ
وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ben o gurbetler
ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş
bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete
namzet olduğumu iman telkin ettiği hengâmda; tahassür akıtan “Of,
of!”tan vazgeçip, beşaşet izhar eden “Oh, oh!” dedim.

Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku
ancak ve ancak bütün mahlukatının bütün harekâtlarını ve sekenatlarını
ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu
küçücük ve âciz-i mutlak nev-i insanı kendine dost ve muhatap eden ve
bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz
kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir
diye düşünürken bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve
zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın
inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyete
müracaat ettim. Dedi ki: “ حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip senin ile
beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar,
dinle!” emretti.

Birden baktım ki hadsiz kuşlar ve kuşçuklar olan sinekler ve hesapsız
hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi
lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ manasını yâd
ediyorlar ve herkesin yâdına getiriyorlar ki bütün şerait-i
hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki birbirine
benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi
katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih
çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini, hayvanların yüz bin
tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini ve ağaçların yüz bin sınıfını
yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden
ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet
çok, gayet kolay, gayet geniş bir dairede, gayet çoklukla halk eder,
yapar bir kudretin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve
birbiri içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla vahdetini ve ehadiyetini
bize gösterir ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i
rububiyete, bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün
olmadığını bildirir diye anladım.

Her mü’min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi
anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler حَسْبُنَا daki نَا
cemiyetinde bulunan enenin, yani nefsimin tefsirine baksınlar.
Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum –her mü’minin vücudu gibi–
ne imiş, hayat ne imiş, insaniyet ne imiş, İslâmiyet ne imiş, iman-ı
tahkikî ne imiş, marifetullah ne imiş, muhabbet nasıl olacakmış?
Anlasınlar, dersini alsınlar!

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bir vakit
ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan arızalar,
bir gaflet zamanıma rast gelip şiddetle alâkadar ve meftun olduğum
vücudumu, belki mahlukatın vücudlarını “Ademe gidiyor.” diye elîm bir
endişe verirken yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: “Manama
dikkat et ve iman dürbünüyle bak!”

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum, her
mü’minin vücudu gibi hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir
inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha
kıymettar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet
bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücud
kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn ile bildim.

Çünkü şuur-u iman ile bu vücudum, Vâcibü’l-vücud’un eseri ve sanatı
ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve
hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan
zîhayatlara taalluk eden ef’al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet
rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata
muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim.

İşte iman ile ve imandaki intisap ile her mü’min gibi bu vücudum dahi
hadsiz vücudların firaksız envarını kazanır, kendi gitse de onlar
arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülâsa: Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, bâki bir meyveyi sümbül vermektir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Yine bir vakit
hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı ve nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata
çevirdi. Gördüm ki: Ömrüm koşarak gidiyor, âhirete yakınlaşmış. Hayatım
dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki Hay ismine dair
risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve
kıymettar faydaları böyle çabuk sönmeye değil belki uzun yaşamaya
lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللّٰهُ
وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren
Hayy-ı Kayyum’a göre hayata bak!”

Ben de baktım, gördüm ki hayatımın bana bakması bir ise Zat-ı Hayy-ı
Kayyum’a bakması yüzdür ve bana ait neticesi bir ise Hâlık’ıma ait
bindir. Şu halde marzî-i İlahî dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun
zaman istemez.

Bu hakikat dört mesele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahut
diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatini ve hakiki
hukukunu o dört mesele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler!..

Hülâsası şudur ki: Hayat, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi
hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur hem bâki meyveler verir hem öyle
yükseklenir ki sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve
uzunluğuna bakılmaz.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı
umumiye hengâmında olan harab-ı dünyadan haber veren âhir zaman hâdisatı
içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir
hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemal-perestlik ve güzellik
sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda,
daimî tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadî tefrik edici olan mevt
ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı
hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir
şuur ve teessür ile gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı
şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için
yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle
manama bak!”

Ben de Sure-i Nur’daki اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ …
اِلٰى اٰخِرِ âyetinin rasathanesine girip imanın dürbünüyle bu Âyet-i
Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince
esrarına baktım, gördüm:

Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar; güneş
ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a
denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd
ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o
cemal ve o güzellikleri tazeleştiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve
ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini güzel izhar
ediyorlar.

Aynen öyle de Şems-i ezel ve ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i
kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine
âyinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnûlar, bu
tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar;
kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı
olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin
ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir
hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğunun pek
çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o
bürhanlardan üç tanesi, kısaca gayet makul bir surette zikredilmiştir
diye beyana başlar.

Bu risaleyi gören her bir zevk-i selim ashabı hayrette kalmakla
beraber kendilerinin istifadelerinden başka, gayrılarının da
istifadelerine çalışmayı lâzım buluyorlar. Hususan ikinci bürhanda beş
nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan, her halde takdir
ve tahsin ve tasvip ile “Mâşâallah, fetebârekellah” diyecek; fakir,
hakir görülen vücudunu teali ettirecek hârika bir mu’cize olduğunu derk
ve tasdik edecek.

On Beşinci Rica (Hâşiye[11])

Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma bir menzilde âdeta
bir haps-i münferid ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler
ile bana işkence vermelerinden hayattan usandım, hapisten çıktığıma
teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli Hapsini arzuladım ve kabre girmeyi
istedim. Ve “Hapis ve kabir, bu tarz-ı hayata müreccahtır.” diye ya
hapse veya kabre girmeye karar verirken, inayet-i İlahiye imdada
yetişti; kalemleri teksir makinesi olan Medresetü’z-Zehra şakirdlerinin
ellerine, yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden Nur’un kıymettar
mecmualarından her tanesi, bir kalem ile beş yüz nüsha meydana geldi.
Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi “Hadsiz şükür
olsun.” dedirtti.

Bir miktar sonra Risale-i Nur’un gizli düşmanları fütuhat-ı Nuriyeyi
çekemediler. Hükûmeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır
gelmeye başladı. Birden inayet-i Rabbaniye tecelli etti. En ziyade
Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibarıyla müsadere
edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkatle mütalaa ettiler. Fakat
Nurlar onların kalplerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerinde
takdire başlamalarıyla, Nur dershanesi çok genişlendi; maddî
zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telaşlarımızı
hiçe indirdi.

Sonra gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim
şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi
hem Maarif Dairesini hem Zabıtayı hem Dâhiliye Vekaletini
evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde
anarşistlerin tahrikatıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve
ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirdlerinin
faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım
resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek
acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde
beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta
tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba
yakar ve daima mangalımda ateş varken, zafiyet ve hastalığımdan zor
dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma hem dehşetli
bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken bir inayet-i İlahiye ile bir
hakikat kalbimde inkişaf etti.

Manen: “Sen hapse Medrese-i Yusufiye namı vermişsin hem Denizli’de
sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah hem manevî kâr hem oradaki
mahpusların Nurlardan istifadeleri hem büyük dairelerde Nurların
fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, her bir
saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni
saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki
musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu
soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet
ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar
hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalalet hesabına seni
incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa onlar pek yakın bir zamanda,
ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî
sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap hem fâni
saatlerini bâkileştirmeyi hem manevî lezzetleri hem vazife-i ilmiye ve
diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!” diye ruhuma ihtar edildi.

Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdülillah” dedim. İnsaniyet damarıyla o
zalimlere acıdım. “Yâ Rabbi! Onları ıslah eyle!” diye dua ettim.

Bu yeni hâdisede, ifademde Dâhiliye Vekaletine yazdığım gibi on
vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler
–asıl suçlu onlar olması gibi– öyle bahaneleri aradılar; işitenleri
güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla
ehl-i insafa gösterdiler ki Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişmeye,
kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, bir şey
bahane bulamadıklarından bir pusula yazıp ki: “Said’in hizmetkârı bir
dükkândan rakı almış, ona götürmüş.” O pusulayı imza ettirmek için hiç
kimseyi bulamayıp sonra yabani ve sarhoş bir adamı yakalamışlar,
tehditkârane “Gel bunu imza et!” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi
olsun, bu acib yalanı kim imza edebilir?” Onları, pusulayı yırtmaya
mecbur etmiş.

İkinci bir numune: Bilmediğim ve şimdi dahi
tanımadığım bir zat, atını beni gezdirmek için vermiş, ben de
rahatsızlığım için teneffüs kasdı ile ekser günlerde, yazda bir iki saat
gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz
vermiştim. Tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu
işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki “O at kimindir?” diye elli
defa bizlerden hem vali hem adliyeciler hem zabıta ve polisler sordular.
Güya büyük bir hâdise-i siyasiye ve asayişe temas eden bir vakıadır.
Hattâ bu manasız soruşların kesilmesi için iki zat hamiyeten biri “At
benimdir.” diğeri “Araba benimdir.” dedikleri için ikisini de benimle
beraber tevkif ettiler.

Bu numunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek
ağladık ve anladık ki: Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişenler, maskara
olurlar.

O numunelerden latîf bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebep,
emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden
müddeiumuma dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim.” Emniyet Müdürü
hesabına beni konuşturan bir polise: “Eğer bin müddeiumumî ve bin
emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemiş
isem –üç defa– Allah beni kahretsin!” dedim.

Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve
dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas
eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrit ve
tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir
inayet imdada yetişti. Manen kalbe ihtar edildi ki:

İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan
kader-i İlahînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rızkın var.
O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele
lâzım.

Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki bu
hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap
kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek
lâzımdır.

Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O
hisseye karşı istiğfar ve tövbe ile nefsine “Bu tokada müstahak oldun!”
demelisin.

Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları
iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona
karşı Risale-i Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli manevî tokatlar,
senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.

En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye
karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez
şüphesiz iman cihetinde istifadelerinin hatırı için وَالْكَاظِمٖينَ
الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ düsturuyla onları affetmek, bir
ulüvv-ü cenablıktır.

Ben de bu hakikatli ihtardan kemal-i ferah ve şükür ile bu yeni
Medrese-i Yusufiyede durmaya, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için
kendime mûcib-i ceza zararsız bir suç yapmaya karar verdim.

Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği
dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i
nuriyesini görecek yetmiş bin nur nüshaları bâki kalıp serbest
geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i imaniyeyi yapacak
kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten
yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi haricinde hürriyetsiz
tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha
faydalıdır. Çünkü haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların
tahakkümlerini çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnız
müdür ve başgardiyan gibi bir iki zatın, maslahata binaen hafif
tahakkümlerini çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan
kardeşane taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve
insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis
zahmetini rahmete çeviriyor, diye hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada zafiyet ve ihtiyarlık ve
rahatsızlıktan ayakta durmaya sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde
bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden
ayakta beklemiyor?” ihanetkârane dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden, bu
merhametsizliğe kızdım. Birden baktım; pek çok Müslümanlar, kemal-i
şefkat ve uhuvvetle merhametkârane bakıp etrafımızda toplanmışlar,
dağıtılmıyorlar. Birden “iki hakikat” ihtar edildi:

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız,
benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmak ile Nur’un
fütuhatına set çekilir, diye bazı safdil resmî memurları kandırıp
şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye
sevk etmişler. Buna karşı inayet-i İlahiye, Nurların iman hizmetine
mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz
adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane acıyarak alâkadarane sizi
istikbal ve teşyi ediyorlar.

Hattâ ikinci gün, ben müstantık dairesinde müddeiumumun suallerine
cevap verirken, hükûmet avlusunda mahkeme pencerelerine karşı bin kadar
ahali kemal-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile “Bunları sıkmayınız!”
dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler
onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki:

Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur
ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bâkiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve
fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye
işitmişler ki benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkârlığım
için haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet
etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kasdıyla tahkirkârane aldanmış mahdud
adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i
âtinin takdirkârane alkışlamaları var diye ihtar edildi.

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi
bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı
tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor
ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki pek çok bir kesrette
ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede
alâkadar üç dört mahkeme ve on vilayetin zabıtaları, emniyeti ihlâle
dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilayetin insaflı
bir kısım zabıtaları demişler:

“Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım
ediyorlar. İman-ı tahkikî ile Nur’u okuyan her adamın kafasında bir
yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir numunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o
mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında
iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir
salah-ı hal aldılar ki üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini
öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi’ bir uzuv
olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle
bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler:
“Nurcular hapiste kalsalar biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza
almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların
dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”

İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile
ittiham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya
aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti
iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar.

Biz bunlara karşı deriz: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor
ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sürat ve telaşla kafile kafile
arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında
birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette
göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi
olan ölümün idam-ı ebedî darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada
tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, bâki ve elîm elemlere
dönecek.

Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer
milyon veli makamında olan şehitlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve
kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyet’e bazen
“tarîkat” namını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarîkat meşrebini,
o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp
hakikat-i Kur’aniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan
Nur talebelerine “tarîkatçı” ve “siyasî cemiyetçi” namını vererek
aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz hem onlara hem onları aleyhimizde
dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız
dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız hakikat-i Kur’aniyeye
feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i
kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve
meyusiyetlere, imandan ve Kur’an’dan imdada yetişen kudsî teselliler ile
bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on
senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tövbe
edenin her bir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve
mazlumiyette dahi her bir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir
ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir
adama ne kadar medar-ı şükrandır, o manevî ihtardan bildim. “Hadsiz
şükür Rabb’ime!” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum.

Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse lezzetin
zevali elem olmasından hem teessüf hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı
günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse
zeval-i elem bir manevî lezzet olmasından hem bir nevi ibadet
sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir
ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara
keffaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı
kılanlar, sabır içinde şükür etmelidirler.

On Altıncı Rica

Bir zaman ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir Hapsinden –bir sene cezayı
çekip– çıktım. Beni Kastamonu’ya nefyettiler. Polis karakolunda iki üç
ay misafir ettiler. Benim gibi sadık dostlarıyla görüşmekten sıkılan bir
münzevi ve kıyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir adam, böyle
yerlerde ne kadar azap çeker, anlaşılır.

İşte ben bu meyusiyette iken, birden inayet-i İlahiye ihtiyarlığımın
imdadına geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber sadık dost
hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit şapkayı başıma koymayı ihtar etmedikleri
gibi benim hizmetçilerim misillü, istediğim zaman beni şehrin etrafında
gezdiriyordular.

Sonra o karakolun karşısında Kastamonu’nun Medrese-i Nuriyesine
girdim, Nurların telifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif,
Salahaddin gibi Nur’un kahraman şakirdleri, Nurların neşri, teksiri için
o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim
kıymettar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler.

Sonra gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli
hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar. Bizi, Denizli Hapsine
beş altı vilayetlerden gelen Nur talebelerini, o Medrese-i Yusufiyede
toplanmaya vesile oldular. Bu On Altıncı Rica’nın tafsilatı,
Kastamonu’dan gönderip Lâhika’ya geçen ve Denizli Hapsinde oradaki
kardeşlerime gizli gönderdiğim küçük mektuplar ve mahkemesindeki Müdafaa
Risalesi’dir ki bu ricanın hakikatini parlak gösteriyorlar. Tafsilatını
lâhikaya, müdafaama havale edip gayet kısa işaret edeceğiz.

Ben mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyan’a ve Nur’un
kerametlerine dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım; tâ
benim vefatımdan veya baştaki başlar hakikati dinleyip akıllarını
başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye müsterihane dururken,
birden taharri memurları ve müddeiumumun muavini, menzilimi bastılar. O
gizli ve ehemmiyetli risaleleri, odunların altından çıkardılar. Hem beni
tevkif edip Isparta Hapishanesine, sıhhatim muhtell bir halde
gönderdiler.

Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir
iken, bir inayet-i İlahiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl-i
hükûmet onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risaleleri kemal-i
merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler âdeta bir
Dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle takdire başladılar.
Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında matbu
Âyetü’l-Kübra’yı resmî ve gayr-ı resmî pek çok adamlar okudular,
imanlarını kuvvetlendirdiler. Bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.

Sonra bizi Denizli Hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde
ufunetli, rutubetli soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlık, hastalık ve
benim yüzümden masum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok
teellüm ve Nurların tatil ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı
içinde çırpınırken, birden inayet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o
koca hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirip bir Medrese-i Yusufiye
olduğunu ispat ederek, Medresetü’z-Zehra kahramanlarının elmas
kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şerait içinde Nur’un
kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat
Risalesi’nden yazdı. Hem hapiste hem hariçte fütuhata başladılar. O
musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere
çevirdi. عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrını
tekrar gösterdi.

Sonra birinci ehl-i vukufun yanlış ve sathî zabıtlara binaen
aleyhimizde şiddetli tenkitleri ve Maarif Vekili’nin dehşetli hücumuyla
beraber aleyhimizde bir beyanname neşretmesiyle, hattâ bazı haberlerle
bir kısmımızın idamına çalışıldığı hengâmda, bir inayet-i Rabbaniye
imdadımıza yetişti.

Başta Ankara ehl-i vukufunun şiddetli tenkitlerini beklerken
takdirkârane raporları, hattâ beş sandık Nur Risalelerinde beş on sehiv
buldukları halde, mahkemede onların sehiv ve yanlış gösterdikleri
noktalar ayn-ı hakikat olduğunu ve onların sehiv ve yanlış dedikleri
maddelerde kendileri sehiv ettiklerini ispat ettiğimiz gibi beş yaprak
raporlarında beş on sehiv ve yanlışlarını gösterdik. Ve yedi makamata
gönderdiğimiz Meyve ve Müdafaaname Risaleleri ve Adliye Vekaletine
gönderilen Nur’un umum risaleleri, hususan mahremlerin dokunaklı ve
şiddetli tokatlarına mukabil tehditkârane şiddetli emirler beklerken
gayet mülayimane, hattâ tesellikârane Başvekilin bize gönderdiği mektubu
gibi musalaha tarzında ilişmemeleri kat’î ispat etti ki:

Risale-i Nur’un hakikatleri, inayet-i İlahiye kerametiyle onları
mağlup edip kendini onlara irşadkârane okutturmuş, o geniş daireleri bir
nevi dershane yapmış, çok mütereddid ve mütehayyirlerin imanlarını
kurtarmış ve bizim sıkıntılarımızdan yüz derece ziyade manevî ferah ve
fayda verdi.

Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler ve Nur’un şehit kahramanı
merhum Hâfız Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde
berzah âlemine seyahat eyledi, bizi meyusane ağlattırdı. Ben bu
musibetten evvel Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim:
“Kardeşlerim! Ata et, arslana ot atmayınız.” Yani her risaleyi herkese
vermeyiniz tâ bize taarruz edilmesin. Yaya gidilse yedi gün uzakta Hâfız
Ali rahmetullahi aleyh, manevî telefonuyla işitiyor gibi aynı vakit
bana yazıyor ki: “Evet Üstadım, Risale-i Nur’un bir kerametidir ki ata
et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki o arslan hocaya
İhlas Risalesi’ni verdi.” Yedi gün sonra mektubunu aldık, hesap ettik;
aynı zamanda, ben dağda bağırırken o da garib sözleri mektubunda
yazıyormuş.

İşte Nur’un böyle bir manevî kahramanının vefatı ve gizli
münafıkların aleyhimizde desiselerle bizi cezalandırmaya çalışmaları ve
benim zehirli hastalığımdan dolayı beni de hastahaneye resmî emirle
mecbur etmek endişesi bizi sıkarken, birden inayet-i İlahiye imdada
geldi.

Mübarek kardeşlerimin hâlis dualarıyla zehirin tehlikesi geçmiş ve o
merhum şehidin kuvvetli emarelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve
sual meleklerine Nurlar ile cevap vermesi ve onun bedeline ve onun
sisteminde Nurlara çalışacak Denizli Kahramanı Hasan Feyzi rahmetullahi
aleyh ve arkadaşları perde altında tesirli bir surette hizmetleri ve
düşmanlarımızın dahi mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları
cihetinde hapisten çıkmamıza taraftar olması ve Ashab-ı Kehf misillü Nur
şakirdleri o sıkıntılı çilehaneyi Ashab-ı Kehf ve eski zaman ehl-i
riyazatının mağaralarına çevirmesi ve istirahat-i kalple Nurların
neşrine ve yazmasına sa’yleriyle, inayet-i Rabbaniyenin imdadımıza
yetiştiğini ispat etti.

Hem kalbime geldi ki madem İmam-ı A’zam gibi eâzım-ı müçtehidîn hapis
çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere,
Kur’an’ın bir tek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş. Ve şekva
etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o meselelerde sükût etmemiş. Ve
pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği
halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler
Kur’an’ın müteaddid hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız
halde, pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.

Evet zulm-ü beşer içinde kader-i İlahînin bir cilve-i adaleti ve
ihtiyarlığımdaki şiddetli sıkıntılar içinde bir cilve-i inayet-i
Rabbaniyeyi kısaca beyan edeceğim:

Ben yirmi yaşlarında iken tekrar ile derdim: “Eski zamanda mağaralara
çekilen târikü’d-dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir
dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem Eski
Harb-i Umumî’de şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki: “Bundan
sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve
içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.” derken, inayet-i
Rabbaniye hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan ve arzumdan
çok ziyade hayırlı bir surette ihtiyarlığıma merhameten o mutasavver
mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde
çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve
münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye
Medreseleri” ve vaktimizi zayi etmemek için tecrithaneleri verdi. Hem
mağara faide-i uhreviyesini hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin
mücahidane hizmetini verdi.

Hattâ ben azmetmiştim ki arkadaşlarımın beraetlerinden sonra bir suç
gösterip hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim
yanımda kalsın ve bir bahane ile insanlarla görüşmemek ve vaktimi
lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu ve hodfüruşluk ile geçirmemek için
tecrit koğuşunda bulunacağım.

Fakat kader-i İlahî ve kısmetimiz, bizi başka çilehaneye sevk
ettiler. اَلْخَيْرُ فٖى مَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ ۞ عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا
شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla, ihtiyarlığıma merhameten ve
hizmet-i imaniyede daha ziyade çalıştırmak için ihtiyar ve tedbirimizin
haricinde bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede vazife verildi.

Evet inayet-i İlahiye, ihtiyarlığıma merhameten kuvvetli ve gizli
düşmanı bulunmayan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin
tecrid-i münferid menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i
Nuriyeye üç ehemmiyetli faydası var:

Birinci hikmet ve fayda: Nur talebelerinin bu
zamanda toplanmaları, zararsız olarak Medrese-i Yusufiyede olur. Ve
birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şüpheli olur. Hattâ
benimle görüşmek için bazıları kırk elli lirayı sarf ederek gelip, ya
yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner giderdi. Ben bazı kardeşlerimi
yakından görmek için hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek,
hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.

İkinci hikmet ve fayda: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i
imaniye, her tarafta ilanatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini
celbetmekle olur. İşte hapsimizle Nurlara nazar-ı dikkat celbolunur, bir
ilanat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur,
imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nur’un
dershanesi genişlenir.

Üçüncü hikmet ve fayda: Hapse giren Nur talebeleri
birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlas ve fedakârlıklarından ders
almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha
aramazlar. Evet, Medrese-i Yusufiyede çok emarelerle her sıkıntı ve
zahmetin on, belki yüz misli maddî ve manevî faydalar ve güzel neticeler
ve imana geniş ve hâlis hizmetler, gözleriyle gördüklerinden, tam
ihlasa muvaffak olurlar, daha cüz’î ve hususi menfaatlere tenezzül
etmezler.

Bu çilehanelerin bana mahsus bir letafeti ve hazîn fakat tatlı bir vaziyeti var. Şöyle ki:

Ben gençlik zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı vaziyetini görüyorum. Çünkü vilayet-i şarkiyede eski âdet medrese talebelerinin bir kısmının tayinatları dışarıdan geliyordu. Ve bazı medreseler, içinde pişiriyorlardı. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür içinde buraya baktıkça o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ve ihtiyarlık vaziyetlerini unutuyorum…

KAYNAK: BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ – Hizmet Vakfı Risale-i Nur Külliyatı Resmi Sitesi

KAYNAK LİNKİ: /http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/yirmi-altinci-lema/

[1] Hâşiye:
Yani benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde hikmet-i
İlahiye, cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i Lokman da
çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm.

[2] Hâşiye:
Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin
gayet müşkül olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki: Biri dese
“Meyveleri süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, küre-i arz
üzerinde vardır.” Diğeri dese “Yoktur.” İspat eden, yalnız onun yerini
veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını ispat eder. İnkâr
eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı görmek ve
göstermekle davasını ispat edebilir.

Aynen öyle de cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhatını,
meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat’-ı nazar, iki şahid-i sadıkın
sübutuna şehadetleri kâfi gelirken onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı,
hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını
ispat edebilir, ademini gösterebilir.

İşte ey ihtiyar kardeşler! İman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.

[3] Hâşiye: O zaman bu halet-i ruhiye Farisî bir münâcat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab Risalesi’nde tabedilmiştir.

[4] Hâşiye: Hadîsin tamamı: وَلَوْلَا الْبَهَائِمُ الرُّتَّعُ وَالصُّبْيَانُ الرُّضَّعُ … اِلٰى اٰخِرِ – اَوْ كَمَا قَالَ–

[5] Hâşiye: Bu hakikat; iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde ispat edilmiştir.

[6] Hâşiye: Yani Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar bir sineği halk edemezler.

[7] Hâşiye:
İşte o Mustafa’nın küçük kardeşi olan Küçük Ali kendi güzel, sıhhatli
kalemiyle yedi yüzden ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamıyla bilfiil
bir Abdurrahman olduğu gibi müteaddid Abdurrahmanları da yetiştirdi.

[8] Hâşiye: Elhak, o yalnız kabule değil belki istikbale lâyık (*) olduğunu gösterdi.

*     Risale-i Nur’un birinci şakirdi Mustafa’nın istikbale
liyakatine dair Üstadımın hükmünü tasdik eden bir hâdise: Kurban
arefesinden bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere
beni gönderdiği zaman, Üstadıma dedim:

“Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım.”
Üstadım: “Hayır.” dedi; “Sen kapıdan çık.” diyerek aşağıya indi. Ben
kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi
de yukarıya çıktı. Sonra yatmış. Bir müddet sonra Kuleönlü Mustafa,
Hacı Osman’la beraber gelmişler. Üstadım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve
etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz geri
çevirirdi. Halbuki bu makamda bahsedilen kardeşimiz Kuleönlü Mustafa,
Hacı Osman’la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki: “Üstadın
seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım.” diyerek arkasından
sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa’ya açılmış. Demek, Üstadımın onun
hakkında “Mustafa istikbale lâyıktır.” diye söylediği sözü istikbal
gösterdiği gibi kapı da buna şahit olmuştur.

Hüsrev

Evet Hüsrev’in yazdığı doğrudur, tasdik ediyorum. Kapı bu mübarek Mustafa’yı benim bedelime hem istikbal etti hem de kabul etti.

Said Nursî

[9] Hâşiye: Latîf bir tevafuktur ki bu On Üçüncü Rica’nın bahsettiği medrese hâdisesi on üç sene evvel oldu.

[10] Hâşiye: Yani zelzele, fırtına, tufan, taun, ateş gibi.

[11] Hâşiye:
Nur’un telif zamanı üç sene evvel bitmiş olmasından, bu On Beşinci
Rica, ileride bir Nurcu tarafından İhtiyarlar Lem’asının tekmiline
–telifine– me’haz olmak üzere yazıldı.