İktisat ve israf

Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan ve herkesi ilgilendiren “GEÇİM” sıkıntısnın en büyük sebebi “İSRAF” olduğu gibi, bu sorunun en kolay çözümü de “İKTİSATLI” yaşamadır.

Zira Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” A’râf Sûresi, 7:31.”

* * *

Kur’an-ı Kerim’in bu ayetini tefsir eden Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nın Lem’alar adlı eserinin 19. Lem’a bölümünde İKİSAT VE İSRAFI geniş olarak analiz etmektedir.

İktisat Risalesi’nin tamamını yayımlıyoruz.

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI

LEM’ALAR KİTABI

On Dokuzuncu Lem’a

İKTİSAT RİSALESİ

İktisat ve kanaate, israf ve tebzire dairdir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا

Şu âyet-i kerîme, iktisada kat’î emir ve israftan nehy-i sarîh suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede yedi nükte var.

Birinci Nükte

Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür
istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.
İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü manevî hem nimetlerdeki rahmet-i
İlahiyeye karşı bir hürmet hem kat’î bir surette sebeb-i bereket hem
bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat hem manevî dilencilik zilletinden
kurtaracak bir sebeb-i izzet hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve
zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir
sebeptir. İsraf ise mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan vahim
neticeleri vardır.

İkinci Nükte

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve
muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir
kapıcı, âsab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi kuvve-i zaika
ile merkez-i vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki ağza
gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa
“Yasaktır!” der, dışarı atar. Bazen de bedene menfaati olmamakla beraber
zararlı ve acı ise hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin
idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre
gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa
kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz.
Tâ ki kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup fazla bahşiş veren
ihtilalcileri saray dâhiline sokmasın.

İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma,
peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a’lâ
baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla
farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, ceset
beslemesinde yine müsavidirler belki bazen kırk paralık peynir daha iyi
besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika
bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak,
ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray
hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa
fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır “Hâkim benim.” der. Kim
fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilal verecek,
yangın çıkaracak “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi
söndürsün.” dedirmeye mecbur edecek.

İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir.
Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup ona göre bahşiş verir. İsraf ise o
hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır,
iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir
iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Üçüncü Nükte

Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zaika kapıcıdır dedik. Evet, ehl-i
gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen
insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için
israfata ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i
zaikası –Altıncı Söz’deki muvazenede beyan edildiği gibi kuvve-i
zaikası– rahmet-i İlahiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş
hükmündedir. Ve o kuvve-i zaikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i
İlahiyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde
cesede, mideye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zaika, yalnız
maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle
midenin fevkinde hükmü var, makamı var.

İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek
ve enva-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve
zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir.
Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz
taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hâdise ve bir
keramet-i Gavsiye:

Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî’nin (ks) terbiyesinde,
nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhterem
ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine; bakıyor ki oğlu bir parça kuru ve
siyah ekmek yiyor. O riyazattan zafiyetiyle validesinin şefkatini
celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş.
Bakmış ki Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor.

Nazdarlığından demiş: “Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: ‌قُمْ بِاِذْنِ اللّٰه! O pişmiş tavuğun
kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını,
mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya
mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak manevî
tevatürle nakledilmiş.

Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse o zaman o da tavuk yesin.”

İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin
oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve
lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir…

Dördüncü Nükte

“İktisat eden, maişetçe aile belasını çekmez.” mealinde لَا يَعُولُ
مَنِ اقْتَصَدَ hadîs-i şerifi sırrıyla: İktisat eden, maişetçe aile
zahmet ve meşakkatini çok çekmez. Evet iktisat, kat’î bir sebeb-i
bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki
hadd ü hesaba gelmez.

Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık
eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazen bire
on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene –şimdi otuz
sene– evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı,
parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için zekâtlarını bana
kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param
pek azdır fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha
zenginim.” Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir
ki iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı
iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahi’l-hamd onlardan yedi sene
sonra, o az para iktisat bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu
döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir
düsturu olan “nâstan istiğna” mesleğimi bozmadı.

Evet iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete
düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak para, çok pahalıdır.
Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı
diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevî
yüz lira zarar ile maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisat edip hâcat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse
اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ sırrıyla وَمَا
مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا sarahatiyle,
ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüd
ediyor.

Evet rızık ikidir:

Biri: Hakiki rızıktır ki onunla yaşayacak. Bu âyetin
hükmü ile o rızık, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı
karışmazsa o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu,
ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki sû-i istimalat ile
hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek
belasıyla tiryaki olup terk edemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-ü Rabbanî
altında olmadığı için bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok
pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen alçak
insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine
düşmek, bazen hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini
feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden
ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru
bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa
acılaştırıyor.

Böyle acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa
etmek lâzımdır. Çünkü اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا sırrıyla:
Haram maldan mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını
alamaz. Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki
ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet
ile fazla yenilmez.

İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:

Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet
veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde
gezmeye çıkıyor. Bakar ki bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı
ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor.

Hâtem ona dedi: “Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet
veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk bu çalı yüküne bedel, beş yüz
kuruş alırsın.”

O muktesid ihtiyar demiş ki: “Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım. Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

Sonra, Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz, kimi bulmuşsun?”

Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”

Beşinci Nükte

Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve
gedaya (yani fakire) padişah gibi lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor.
Evet bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat
vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen
usanç ve iştahsızlık ile yediği en a’lâ baklavadan aldığı lezzetten daha
ziyade lezzetlidir. Cây-ı hayrettir ki bazı müsrif ve mübezzir
insanlar, böyle iktisatçıları “hısset” ile ittiham ediyorlar. Hâşâ…
İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve
tebzirin zahirî merdane keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid
eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir
vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki
buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne
kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç
kardeşime yedirmek ve şaban-ı şerif ve ramazanda o baldan iktisat ile
otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de
tatlısız kalmasın diyerek “Alınız!” dedim. Bir okka bal da benim vardı.
O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat
her ne ise birbirine ikram etmek ve her biri ötekinin nefsini okşamak ve
kendi nefsine tercih etmek olan bir cihette ulvi bir haslet ile
iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben
gülerek dedim: “Sizi, otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz,
otuz günü üçe indirdiniz. Âfiyet olsun.” dedim. Fakat, ben kendi o bir
okka balımı iktisat ile sarf ettim. Bütün şaban ve ramazanda hem ben
yedim hem lillahi’l-hamd o kardeşlerimin her birisine iftar vaktinde
birer kaşık (Hâşiye[1]) verip mühim sevaba medar oldu.

Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telakki etmişlerdir.
Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telakki
edebilirler. Fakat hakikat noktasında, o zahirî hısset altında ulvi bir
izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o
civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmese idi, bir dilencilik ve
gayrın eline tama’kârane ve muntazırane bakmak gibi hıssetten çok aşağı
bir haleti netice verir idi.

Altıncı Nükte

İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden
olan tezellülden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır.
Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden manen ayrı ve
sureten benzer bir haslet-i memduhadır.

Öyle de ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki
nizam-ı hikmet-i İlahiyenin medarlarından olan iktisat ise sefillik ve
bahillik ve tama’kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç
münasebeti yok. Yalnız, sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden
bir vakıa:

Sahabenin Abâdile-i Seb’a-yı Meşhure’sinden olan Abdullah İbn-i Ömer
Hazretleri ki halife-i Resulullah olan Faruk-u A’zam Hazret-i Ömer’in
(ra) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en
mümtazlarından olan o zat-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk
paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve
istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış.
Rûy-i zeminin halife-i zîşanı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk
para için münakaşasını acib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına
düşüp ahvalini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hane-i
mübareğine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi;
ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir
fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı,
gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti.

Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”

Her birisi dedi: “Bana bir altın verdi.”

O sahabe dedi: “Fesübhanallah! Çarşı içinde kırk para için böyle
münakaşa etsin de sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden
kemal-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah
İbn-i Ömer’i gördü.

Dedi: “Yâ İmam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.”

Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemal-i akıldan
ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından
gelmiş bir halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin
şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir ve
ne de bu israftır.”

İmam-ı A’zam, bu sırra işaret olarak لَا اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ
كَمَا لَا خَيْرَ فِى الْاِسْرَافِ demiş. Yani “Hayırda ve ihsanda (fakat
müstahak olanlara) israf olmadığı gibi israfta da hiçbir hayır yoktur.”

Yedinci Nükte

İsraf, hırsı intac eder. Hırs, üç neticeyi verir.

Birincisi: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye,
çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve
meşru, helâl, az malı (Hâşiye[2]) terk edip; gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

Hırsın ikinci neticesi: Haybet ve hasarettir.
Maksudunu kaçırmak ve istiskale maruz kalıp, teshilat ve muavenetten
mahrum kalmaktır. Hattâ اَلْحَرٖيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ yani “Hırs, hasaret
ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir.” olan darb-ı mesele mâsadak olur.

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düstur ile cereyan ediyor.

Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını
onlara koşturduğu gibi hayvanatın hırs ile meşakkat ve noksaniyet içinde
rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini
gösterir.

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi
latîf bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs
ile noksan ve mülevves rızıklarına saldırması; davamızı parlak bir
surette ispat ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkâranesi, mükemmel rızıklarına
medar olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile
rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız
ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne
derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi milleti hırs ile riba ile hile dolabı ile rızıklarını
zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını
bulması ve sahra-nişinlerin (yani bedevîlerin) kanaatkârane
vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması; yine mezkûr
davamızı kat’î ispat eder.

Hem çok âlimlerin (Hâşiye[3]) ve ediblerin (Hâşiye[4])
zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok
aptal ve iktidarsızların fıtrî, kanaatkârane vaziyetleri ile
zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki: Rızk-ı helâl, acz ve
iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl,
iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar
ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakîlleşir. اَلْقَنَاعَةُ
كَنْزٌ لَا يَفْنٰى hadîsinin sırrıyla kanaat, bir define-i hüsn-ü maişet
ve rahat-ı hayattır. Hırs ise bir maden-i hasaret ve sefalettir.

Üçüncü Netice: Hırs ihlası kırar, amel-i uhreviyeyi
zedeler. Çünkü bir ehl-i takvanın hırsı varsa teveccüh-ü nâsı ister.
Teveccüh-ü nâsı müraat eden, ihlas-ı tammı bulamaz. Bu netice çok
ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.

Elhasıl: İsraf, kanaatsizliği intac eder.
Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar; hayatından
şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir. (Hâşiye[5])
Hem ihlası kırar, riya kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik
yolunu gösterir. İktisat ise kanaati intac eder. عَزَّ مَنْ قَنَعَ ذَلَّ
مَنْ طَمَعَ hadîsin sırrıyla kanaat, izzeti intac eder. Hem sa’ye ve
çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır.

Çünkü mesela, bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat
sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise kanaat etmediği için
ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. Hem iktisattan
gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında
daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek
cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlas kapısı açılır, riya kapısı
kapanır.

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede
müşahede ettim. Şöyle ki: Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre
geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menabi-i servetini göremedim. –Allah
rahmet etsin– oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.”
Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar daima o
şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim.
Bağlarına baktım. Merhum Müftünün sözü hatırıma geldi. Fesübhanallah
dedim, bu bağların mahsulatı şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir
ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan
ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle
anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki o kadar
menabi-i servetle beraber o merhum Müftü “Ahalimiz fakirdir.” diyordu.

Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bi’t-tecrübe sebeb-i
bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref’-i
bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.

İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların
üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıp noktasında كُلُوا
وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى الْبَيْتَيْنِ جَمْعًا وَ حُسْنُ الْقَوْلِ فٖى قَصْرِ الْكَلَامِ :

فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَ بَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ وَ الشِّفَاءُ فِى الْاِنْهِضَامِ

وَ لَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشَدُّ حَالًا مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ

Yani “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği
kısalığındadır: Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar
daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye.
Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”
(Hâşiye[6])

Cây-ı hayret ve medar-ı ibret bir tevafuk:

İktisat Risalesi’ni, üçü acemi olarak beş altı ayrı ayrı müstensih
ayrı ayrı yerde ayrı ayrı nüshadan yazıp birbirinden uzak, hatları
birbirinden ayrı, hiç elifleri düşünmeyerek yazdıkları her bir nüshanın
elifleri; duasız elli bir, dua ile beraber elli üçte tevafuk etmekle
beraber; İktisat Risalesi’nin tarih-i telif ve istinsahı olan Rumîce
elli bir ve Arabî elli üç tarihinde tevafuku ise şüphesiz tesadüf
olamaz. İktisaddaki bereketin keramet derecesine çıktığına bir
işarettir. Ve bu seneye, “Sene-i İktisat” tesmiyesi lâyıktır.

Evet, zaman iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, İkinci Harb-i
Umumî’de her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve
herkes iktisada mecbur olmasıyla ispat etti.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

[1] Hâşiye: Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.

[2] Hâşiye:
İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır.
Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin
medarı olan “sanat, ticaret, ziraat” tenakus eder. O millet de tedenni
edip sukut eder, fakir düşer.

[3] Hâşiye:
İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur
âlim olan Büzürücumhur’dan (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema, ümera
kapısında görünüyor da ümera ulema kapısında görünmüyor. Halbuki ilim,
emaretin fevkindedir?”

Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani
ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki ulemanın kapısına gidip
ilmi arasınlar. Ulema ise marifetlerinden mallarının kıymetini dahi
bildikleri için ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürücumhur, ulemanın
arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan
hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikane cevap vermiştir.

Hüsrev

[4] Hâşiye: Bunu teyid eden bir hâdise: Fransa’da ediblere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor.

Süleyman Rüşdü

[5] Hâşiye:
Evet, hangi müsrif ile görüşsen şekvalar işiteceksin. Ne kadar zengin
olsa da yine dili şekva edecektir. En fakir fakat kanaatkâr bir adamla
görüşsen şükür işiteceksin.

[6] Hâşiye: Yani vücuda en muzır, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.

KAYNAK: http://www.hizmetvakfi.org

AKTİF KAYNAK LİNK:http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/on-dokuzuncu-lema/

AKTİF KAYNAK LİNK2:http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/