“Kader” Konusu Risale-i Nur’da Böyle İspatlanıyor

İnsanlık tarihinde en çok merak edilen konulardan birisi olan “KADER” konusu Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da basılmış olan günümüzün önemli Kur’an Tefsirlerinden  Risale-i Nur’da kısa, öz ve ikna edici bir tarzda ispat edilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin yazdığı Risale-i Nur tefsirinin SÖZLER adlı kitabının 26. Söz bölümü özel olarak KADER bahsine ayrılmıştır.

KADER risalesinin tamamını okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.

******

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI/ SÖZLER KİTABI

Yirmi Altıncı Söz

Kader Risalesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ
اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ۞ وَ كُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖٓى اِمَامٍ
مُبٖينٍ

Kader ile cüz-i ihtiyarî, iki mesele-i mühimmedir. Ona dair dört mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız.

Birinci Mebhas

Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyet’in ve imanın nihayet hududunu
gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve
nazarî değillerdir. Yani mü’min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı
Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için
“cüz-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “Mes’ul ve mükellefsin.” der.
Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için
“kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”

Evet kader, cüz-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyet’in nihayet meratibinde
kader, nefsi gururdan ve cüz-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak
içindir ki mesail-i imaniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfus-u
emmarenin işledikleri seyyiatının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak
için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehasinle iftihar etmek,
gururlanmak, cüz-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere
ve hikmet-i cüz-i ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî
meseleler değildir.

Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var.
Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki yeisin ve hüznün ilacıdır. Yoksa
maâsi ve istikbaliyatta değildir ki sefahete ve atalete sebep olsun.

Demek kader meselesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil
belki fahir ve gururdan kurtarmak içindir ki imana girmiş. Cüz-i
ihtiyarî, seyyiata merci olmak içindir ki akideye dâhil olmuş. Yoksa
mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

Evet, Kur’an’ın dediği gibi insan seyyiatından tamamen mes’uldür.
Çünkü seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nevinden olduğu için
insan, bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i
istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi.

Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır.
Çünkü hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden
kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır.
İnsan yalnız dua ile iman ile şuur ile rıza ile onlara sahip olur.

Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir (ya istidat ile ya ihtiyar
ile). Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık
ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı,
çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’tır.
Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait
olan halk ve icad ise daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için
güzeldir, hayırdır.

İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.
Nasıl ki pek çok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel
bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet, halk ve icadda bir
şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için
hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz’î,
hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki abdin
kesbine ve istidadına aittir.

Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve
çirkinlikten münezzehtir. Öyle de illet ve sebep itibarıyla dahi
zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü kader, hakiki illetlere bakar,
adalet eder. İnsanlar, zahirî gördükleri illetlere hükümlerini bina
eder, kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Mesela, hâkim seni
sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse
bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle
mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş.
Hâkim ise sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için
zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin
adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi başka şeyleri buna kıyas
et. Demek, kader ve icad-ı İlahî; mebde ve münteha, asıl ve fer’, illet
ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: Madem cüz-i ihtiyarînin icada
kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka insanın
elinde bir şey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da,
Hâlık-ı semavat ve arz’a karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş.
Hâlık-ı arz ve semavat, ondan azîm şikayetler ediyor. O âsi insana karşı
abd-i mü’mine yardım için kendini ve melaikesini tahşid ediyor. Ona
azîm bir ehemmiyet veriyor.

Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie
tahriptir, ademdir. Halbuki azîm tahribat ve hadsiz ademler, bir tek
emr-i itibarîye ve ademîye terettüp edebilir. Nasıl ki bir azîm
sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i îfasıyla, sefine gark olup bütün
hademelerin netice-i sa’yleri iptal olur. Bütün o tahribat, bir ademe
terettüp ediyor. Öyle de küfür ve masiyet, adem ve tahrip nevinden
olduğu için cüz-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip
müthiş netaice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir.
Fakat bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i
vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzip ve bütün tecelliyat-ı esmayı
tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına
Cenab-ı Hak kâfirden şedit şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı
hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adalettir.

Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor. Az bir
hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için ehl-i iman, onlara karşı
Cenab-ı Hakk’ın inayet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü on kuvvetli adam, bir
evin muhafazasını ve tamiratını deruhte etse haylaz bir çocuğun o haneye
ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına
müracaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; mü’minlerin de böyle edepsiz
ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına
muhtaçtırlar.

Elhasıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden
bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise kâinatı ve nefsini
Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var,
kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü madem nefsini ve her şeyi
Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek
mes’uliyeti deruhte eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip Rabb’ini takdis
eder. Daire-i ubudiyette kalıp teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır. Hem
kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere
bakar, fahir yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür,
sabreder.

Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise o
vakit kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünkü nefs-i
emmaresi, gaflet veya dalalet sâikasıyla kâinatı esbaba verip Allah’ın
malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini
kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O
vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz-i ihtiyarî ve en
nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız,
bütün bütün onların hikmetine zıt ve mes’uliyetten kurtulmak için bir
desise-i nefsiyedir.

İkinci Mebhas

Ehl-i ilme mahsus (Hâşiye[1]) ince bir tetkik-i ilmîdir.

Eğer desen: “Kader ile cüz-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?”

Elcevap: Yedi vecihle…

Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mizan
lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan
için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-i ihtiyarî
vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi şu
cüz-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz,
olmamasına delâlet etmez.

İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar
hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini
bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce
bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte şu cüz-i ihtiyarî,
öyleler sırasına girebilir. Her şey, malûmatımıza münhasır değildir.
Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki
kader, ihtiyarı teyid eder. Çünkü kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir.
İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise ihtiyarı teyid ediyor,
iptal etmiyor.

Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma
tabidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tabi
değil. Yani ilim desatiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek
için esas değil. Çünkü malûmun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar
ve kudrete istinad eder.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki eşyanın vücudunda esas
tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve
hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle
ise daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç
tahayyül edip, ona ezel deyip o ezel ilmine, eşyanın tertip ile
girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme
etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa,
sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz
edilse o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertip
ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür.
Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça o âyinenin mukabil dairesi
genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar.
İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden
hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez.

İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle
“Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden
tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız, onun
haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.

Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taalluku
var. Yani şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki:
“Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz-i
ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?”

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin
etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen o vakit kaderin adem-i
taallukunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya
Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen
veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’i
bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise biz ehl-i hak deriz ki:
“Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine
ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”

Altıncısı: (Hâşiye[2])
Cüz-i ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i
itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı
için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i
itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak
bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise illet-i tamme istemez ki
illet-i tamme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip
ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet
derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o
anda onu terk edebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir,
yapma.”

Evet, eğer abd hâlık-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı o
vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ
لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa vücuda
gelmez.” Yani illet-i tamme bulunacak, sonra vücuda gelebilir. İllet-i
tamme ise ma’lulü, bizzarure ve bi’l-vücub iktiza ediyor. O vakit
ihtiyar kalmaz.

Eğer desen: Tercih bilâ-müreccih muhaldir. Halbuki o emr-i
itibarî dediğimiz kesb-i insanî, bazen yapmak ve bazen yapmamak, eğer
mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ-müreccih lâzım gelir. Şu ise
usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

Elcevap: Tereccuh bilâ-müreccih muhaldir. (Hâşiye[3])
Yani müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih
bilâ-müreccih caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle
bir işi görmektir.

Eğer desen: Madem katli halk eden Hak’tır. Niçin bana kātil denilir?

Elcevap: Çünkü ilm-i sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i
nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı
bi’l-masdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, kātil unvanını da biz
alırız. Hasıl-ı bi’l-masdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden
bir şey, hasıl-ı bi’l-masdardan müştak kılınmaz.

Yedincisi: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i
ihtiyariyesi çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir fakat Cenab-ı Hak ve
Hakîm-i Mutlak, o zayıf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna
bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi
yolu istersen seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”
Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu
muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim.” desen o çocuk
yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen
istedin!” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.

İşte Cenab-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf
fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet
kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı
ver ki silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir
çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki
onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan
zakkum-u cehenneme yetişmesin.

Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi;
istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

Üçüncü Mebhas

Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani “Her şey, Cenab-ı Hakk’ın
takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iye o kadar çoktur ki hadd ü hesaba
gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece
kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddime ile göstereceğiz.

Mukaddime: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan
sonra yazıldığını وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen,
kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve
mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı
tekviniyesiyle tasdik ediyor.

Evet, şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki her şey yazılıdır.

Amma vücudundan evvel her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil,
bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira
her bir tohum ve çekirdekler, “kâf-nun” tezgâhından çıkan birer latîf
sandukçadır ki kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi
edilmiştir ki kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o
tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek, bütün
ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir.
Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey
yoktur.

Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet,
hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki gayet hikmetli ve sanatlı bir
kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki o miktarı, o sureti, o
şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp
bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile
kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor.

Mesela, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki camid, sağır, kör,
şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket
eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faydaların yerini tanır,
görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir
gayeyi takip eder gibi yolunu değiştirir. Demek, kaderden gelen
miktar-ı manevînin ve o miktarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket
ederler.

Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var.
Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât
ile hasıl olan vaziyetler dahi bir intizam-ı kadere tabidir. Evet, bir
çekirdekte hem bedihî olarak irade ve evamir-i tekviniyenin unvanı olan
“Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden hem nazarî olarak emir ve
ilm-i İlahînin bir unvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden
iki kader tecellisi var:

Bedihî kader ise o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki sonra göz ile görünecek.

Nazarî ise o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın
müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller,
hareketler, tesbihatlardır ki tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit
be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın
dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.

Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette
umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir
dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına
delil ise âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün
meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insandaki
bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emaredir. Evet, her bir
meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan
çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen
âlemin hâdisat-ı maziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir surette
yazılıyor ki güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret,
kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir senet istinsah
ederek, insanın eline verip dimağının cebine koymuş. Tâ muhasebe
vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki bu fena ve zeval
herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki Kadîr-i Hakîm
zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için
pek çok levhalar var ki Hafîz-i Alîm fânilerin manalarını onlarda
yazıyor.

Elhasıl: Madem en basit ve en aşağı
derece-i hayat olan nebatat hayatı, bu derece kaderin nizamına tabidir.
Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün
teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.
Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını
gösterir; senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücuduna işaret
ederler. Öyle de şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan
bedihî kader ve intizam-ı manevî ve hayatî olan nazarî kaderin
reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler,
nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller; bilbedahe “Kitab-ı
Mübin” denilen irade ve evamir-i tekviniyenin defterini ve “İmam-ı
Mübin” denilen ilm-i İlahînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.

Netice-i meram: Madem bilmüşahede görüyoruz
ki her bir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğri büğrü
hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların
nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere
verirler. Bilbedahe o şeyin miktar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim
edilmiştir. İşte meşhud, bedihî kader, o zîhayatın manevî hâlâtında dahi
bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri
var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret o maânî
kitabını, o mistar üstünde yazar.

Madem maddî ve manevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hudutlar,
hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyen anlıyoruz. Elbette her bir
zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahval ve etvarı, o kaderin
kalemiyle tersim edilmiş. Çünkü sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mizan
ile cereyan ediyor. Suretler değiştiriyor, şekiller alıyor.

Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin
en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübranın hâmili olan
insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyade kaderin kanununa
tabidir.

Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış,
hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelana müştak olan kalp ve ruh
için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?”

Elcevap: Kat’â ve aslâ! Sıkıntı vermediği
gibi nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü
emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü insan kadere iman
etmezse küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet
içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya
mecburdur. Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve
metalibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi
gelmediği için çektiği manevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve
muvahhiş olduğu anlaşılır.

İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i
rahat ile ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest
cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmarenin cüz’î hürriyetini
selbeder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfe-mâyeşa hareketini
kırar.

Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki tarif edilmez. Yalnız şu
temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam, bir padişahın payitahtına giderler. O padişahın mahall-i
garaib olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez; o yerde
gasıbane, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza
ettikleri idare ve tedbir ve vâridat ve makinelerini işlettirmek ve
garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür,
mütemadiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi
oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir.
Sonra da o hırsız edepsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır. İkinci
adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o
sarayda olan işler, bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, her şey bir
programla, kemal-i suhuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve
külfetleri, padişahın kanununa bırakıp kemal-i safa ile o cennet-misal
bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip padişahın merhametine ve
idare kanunlarının güzelliğine istinaden her şeyi hoş görür, kemal-i
lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ
مِنَ الْكَدَرِ sırrını anla.

Dördüncü Mebhas

Eğer desen: “Birinci Mebhas’ta ispat ettin
ki: Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır,
çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler,
beliyyeler, o hükmü cerh ediyor.”

Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedit bir
elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i
mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve
mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. Madem adem şerr-i
mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri
tazammun eder. Onun için vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i
muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip
tasaffi ediyor. Ve müteaddid keyfiyatı alıp matlub semeratı veriyor. Ve
müteaddid tavırlara girip Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce
gösterir.

İşte şu hakikattendir ki zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve
beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki o hâlât ile hayatlarına
envar-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek hayatları
tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat,
yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir
lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhasıl: Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen her şey hasendir.

Mesela gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda
mahir bir zat; âsâr-ı sanatını hem kıymettar servetini göstermek için
âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için bir ücrete
mukabil bir saatte murassa, musanna yaptığı gömleği giydirir, onun
üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi sanatını
göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli
miskin adam o zata dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla
vaziyet veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla
güzelliğimi bozuyorsun.” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik,
insafsızlık ettin.” diyebilir mi?

İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz,
kulak, akıl, kalp gibi havas ve letaif ile murassa olarak giydirdiği
vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât
içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nevinde
olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet
içinde bazı şuâat-ı rahmet ve o şuâat-ı rahmet içinde latîf güzellikler
vardır.

***

Hâtime

Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucublu, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden beş fıkradır.

Birinci Fıkra: Madem eşya var ve sanatlıdır. Elbette
bir ustaları var. Yirmi İkinci Söz’de gayet kat’î ispat edildiği gibi
eğer her şey birinin olmazsa o vakit her bir şey, bütün eşya kadar
müşkül ve ağır olur. Eğer her şey birinin olsa o zaman bütün eşya, bir
şey kadar âsân ve kolay olur. Madem zemin ve âsumanı birisi yapmış,
yaratmış. Elbette o pek hikmetli ve çok sanatkâr zat, zemin ve âsumanın
meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp
işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes
etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına
vermeyecektir.

İkinci Fıkra: Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.

Üçüncü Fıkra: Sen ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet
ettim.” diye gururlanma. اِنَّ اللّٰهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدّٖينَ
بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ sırrınca: müzekkâ olmadığın için belki sen
kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini; geçen
nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat
bil, ucub ve riyadan kurtul!

Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakiki hikmeti
istersen Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünkü bütün hakaik-i
mevcudat, ism-i Hakk’ın şuâatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının
tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî her bir şeyin, her
bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad
eder. Yoksa hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Söz’ün
âhirinde, şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir.

Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat’iyen
bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O
dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o
dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun
mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye,
yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik “Bir âşiredir belki
bir ân-ı seyyaledir.” demişler. İşte şu sırdandır ki bazı ehl-i velayet,
dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.

Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalp ve ruh ve
sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i
hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için
haydır, hayattar ve mevcuddur. Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim
gibi ağla ve bağır ve de ki:

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu
Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir yâr-ı bâki
isterim. Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç-ender hiçim fakat
bu mevcudatı birden isterim.”

Beşinci Fıkra: Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî
yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, “Allahu ekber” zikrinde otuz üç
mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.

اَللّٰهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدٖيرُ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
الْكَرٖيمُ الرَّحٖيمُ الْجَمٖيلُ النَّقَّاشُ الْاَزَلِىُّ الَّذٖى مَا
حَقٖيقَةُ هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ كُلًّا وَ جُزْءً وَ صَحَائِفَ وَ
طَبَقَاتٍ وَ مَا حَقَائِقُ هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًّا وَ
جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلَّا خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهٖ وَ
قَدَرِهٖ وَ تَنْظٖيمِهٖ وَ تَقْدٖيرِهٖ بِعِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ نُقُوشُ
پَرْكَارِ عِلْمِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ وَ تَصْوٖيرِهٖ وَ تَدْبٖيرِهٖ بِصُنْعٍ
وَ عِنَايَةٍ وَ تَزْيٖينَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهٖ وَ عِنَايَتِهٖ وَ
تَزْيٖينِهٖ وَ تَنْوٖيرِهٖ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اَزَاهٖيرُ لَطَائِفِ
لُطْفِهٖ وَ كَرَمِهٖ وَ تَوَدُّدِهٖ وَ تَعَرُّفِهٖ بِرَحْمَةٍ وَ
نِعْمَةٍ وَ ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهٖ وَ نِعْمَتِهٖ وَ تَرَحُّمِهٖ
وَ تَحَنُّنِهٖ بِجَمَالِ وَ كَمَالِ وَ لَمَعَاتِ تَجَلِّيَاتِ جَمَالِهٖ
وَ كَمَالِهٖ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ
الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ السَّرْمَدِىِّ
الدَّائِمِ التَّجَلّٖى وَ الظُّهُورِ عَلٰى مَرِّ الْفُصُولِ وَ
الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ الدَّائِمِ الْاِنْعَامِ عَلٰى مَرِّ
الْاَنَامِ وَ الْاَيَّامِ وَ الْاَعْوَامِ نَعَمْ فَالْاَثَرُ
الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذٖى عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ
الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ لِذٖى فَهْمٍ عَلَى الْاِسْمِ الْمُكَمَّلِ
ثُمَّ الْاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ
الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلَى
الشَّاْنِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقٖينِ
عَلٰى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلٖيقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ
الْيَقٖينُ. نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ
التَّجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلَازِمِ مِنْ اَظْهَرِ
الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ
اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ
لِلْاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى
الْوَدُودِ.. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ
اِلَى الْاَبَدِ عَدَدَ مَا فٖى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ
صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

***

Zeyl

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

(Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.)

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler
Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa,
daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kāsır
fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.

Evet, acz dahi aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.

Fakr dahi Rahman ismine îsal eder.

Hem şefkat dahi aşk gibi belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder.

Hem tefekkür dahi aşk gibi belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki Hakîm ismine îsal eder.

Şu tarîk, hafî tarîkler misillü “Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil
ve tarîk-ı cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar
değil belki dört hatveden ibarettir. Tarîkattan ziyade
hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın, acz ve fakr ve kusurunu
Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka
göstermek demek değildir.

Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi
terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın
arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci hatveye فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.

İkinci hatveye وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.

Üçüncü hatveye مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.

Dördüncü hatveye كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor.

Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

Birinci hatvede فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti
işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefis etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve
fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvela ve bizzat yalnız zatını
sever, başka her şeyi nefsine feda eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini
medheder. Mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve
tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul
etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ
fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakiki’nin hamd ve tesbihi için ona
verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarf ederek مَنِ اتَّخَذَ
اِلٰهَهُ هَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir,
kendini beğenir.

İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

İkinci hatvede وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا
اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi: Kendini
unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse başkasına verir. Fena ve
zevali görse kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini
unutmak fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini
düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır.

Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi şu haletin aksidir. Yani
nisyan-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta
unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.

Üçüncü hatvede مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ
اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği
gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahir ve ucbe
girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp
bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan
edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahir yerinde şükür ve temeddüh
yerinde hamdetmektir.

Şu mertebede tezkiyesi قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا sırrıyla şudur
ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

Dördüncü hatvede كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا
وَجْهَهُ dersini verdiği gibi: Nefis, kendini serbest ve müstakil ve
bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabud’una karşı
adâvetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle
ondan kurtulur.

Hakikat şöyledir ki: Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir,
mefkuddur, hâdistir, ma’dumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i
Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla
şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde
vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse kâinat kadar bir
zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i
Hakiki’den gaflet etse yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu,
nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat
enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakiki’nin bir
âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve
nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının
cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u bulan, her şeyi bulur.

***

Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı;
hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’an’ın hikmetine dair olan
yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız şurada bir iki noktaya kısa
bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten
çekse doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin
tarîk olan aşk, nefisten elini çeker fakat maşuk-u mecazîye yapışır.
Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakiki’ye gider.

Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane
davaları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor
ki haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünkü kâinatı ehl-i
vahdetü’l-vücud gibi huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip
‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ‌ hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud
gibi huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm
tahayyül edip ‌لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُوَ demeye mecbur olmuyor. Belki
idamdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an affettiğinden, o da sarf-ı
nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı
Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve
âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara
bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; her şeyde
Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Elhasıl: Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.

***

[1] Hâşiye:
Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir.
Bütün ulema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mesele-i
akaid-i kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.

[2] Hâşiye: Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.

[3] Hâşiye: Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.

KAYNAK LİNKİ: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/