S. Vedat Karaarslan Arkeolog- Elektronik Mühendisi (MSc.)
Kitap satıcılarının bir restoranda hizmet veren örneğin garsonların yemeğin içeriğinde ne olduğunu ve lezzetinin nasıl olduğunu biliyor olma gerekliliği gibi kitapların künyesine hâkim olması gerektiği düşüncesi ile kitapların bazı kitapçılar tarafından sanki bir mobilya ürünü pazarlanıyor gibi bir yaklaşımla tüketim ürünü olarak değerlendirilmesi rahatsız edici bir husus olarak göze çarpar.
Bilinen bir öyküdür, bir kitap fuarında yanına yeni aldığı çırağın bilgisini denemek üzere çırağa oğlum, git anons bölümüne söyle saat 14.00’te Reşat Nuri Güntekin ‘Çalıkuşu’ adlı kitabını imzalayacak diye. Çocuk gitmiş kitapçı olduğuna dair kartını fuarda anonsu yapacak kişiye göstermiş biraz sonra kitapçı patronu ile anonsu dinlemeye başlamış ‘bugün saat 14.00’te Reşat Nuri Çalıkuşu adlı romanını siz kitapseverler için imzalayacak’ diye.
Anonsun üzerinden geçmek bilmeyen saatler sonra bir de ne görsünler kendi stantları önünde onlarca metre bir kuyruk bir kuyruk ki millet birbirini eziyor ve Reşat Nuri’yi bekliyor.
Bir kitabın satın alınmasında en önce belki de bakılması gereken husus önce yazarın kimliği, yayın evi ve en sonra da basıldığı tarih ile en son sayfalarındaki olmazsa olmaz bir indeks bilgisinin olup olmadığını kontrol ederek buna göre satın almamız gerekir. Farklı kitapçıların raflarında hep aynı kitapları görmek batılı ülkelerde olduğu gibi yazar-yayıncı birlikteliğini yok eden bir başka kaosu ortaya çıkarır.
Kendi baskısı olan bir kitabevi müdürüne filancı üniversitede çalışan bir hocanın astrofizik ile ilgili sizin yayınevinden bir kitap çıktı var mı acaba diye sorsanız dahi müdürün bizde böyle bir kitap hiç basılmadı cevabı karşısında kitabı iyi ki var dediğimiz elinizdeki mobil telefondan okumayı ortadan kaldırdığı, yok ettiği söylenen (!) internete ulaşarak müdüre var dediğiniz kitap sizi kaosun içi olarak bilinen kozmosa sürüklemesi kaçınılmaz hale getirebilir. Bunun sonucunda da bu kez de zaten en son basılan kitaplar içinde ve çok yakın bir tarihte basıldığını bildiğiniz kitaba başlar müdür kendi yayınevinden yayınlanan kitap için bol adrenalli salvolar ile ‘ben her kitabın yazarının kim olduğunu bilemem, nereden bileyim ki yazarın filancı üniversitede çalıştığını?’ diyerek sizi kaosa sürükleyecek bir davranış moduna sokabilir.
O zaman neyi bileceksin ki ey kitabevi müdürü?
Konusu söylenmiş yazarın kimliği verilmiş bir kitap, sanki baklavanın tatlı ve hamurdan yapılma bir şey olduğunu söylenmesi ile baklavanın tanımını almak gibi bir tanımlama yapılmış kitap hakkında, yani bunu bilmeyeceksin de neyi bileceksin? diye düşünürsünüz.
Kitabın içeriği olan kaos ya da kozmosun bir astrofizik konusu içinde olduğunu bilemeyecek kadar ‘bilmediğini bilmeyen bir cehaletlikle’ yapılan bu savunmayı kitap satmanın aynen bir mobilya satmak gibi bir şey olması gerektiği üzerine fikri düşüncelerin doğru olması gerektiğine hükmedersiniz. Standın hemen yanında bir başka stantta kitap yazarının kendi kitabının mutlaka okunması gerektiğine yönelik aslında toplam metrekaresi binlerce Türk Lirası ile ifade edilen kitap fuarlarındaki stant kirasını karşılayabilmek için olduğunu bildiğimiz çok çok şiddetli bir şekilde bir itiş kakış halinde kitap satın almanıza dair yaklaşımı da kitapların bir nesnel ürün gibi satılamayacağı mobilya konusundaki haklılığımızı teyit eder.
Yazarının olduğu kendi kitabının satılmadığını ısrarla belirten bir yayıncının söylemlerine karşın yazar bir dostum, bastırdığı kitabın diğer şubesine tebdil-i kıyafet ile olmasa da bir saflık davranış psikozu içinde girerek kendi adı ile yazar adını bildirmiş ve kitabın olup olmadığını sormuş ve aldığı bizde böyle bir kitabın baskısının olmadığı cevabını almış olması nedenini bilemediğim bir şekilde nedense ‘kendi bastığı kitabı bile satmayan ya da satamayan’ kitapçıların da olabileceğini hayret-i mucib bir şekilde öğrenmiş oldum.
Tarihte çalınan ve en fazla okunan kitap olma unvanını taşıyan ilk kitabın Hintli yazar Beydaba tarafından yazılan doğruluk ve yalanın çarpışması konulu Kelîle ve Dimne adlı kitabın İranlılar tarafından Hindistan’dan çalınarak ülkelerine getirilmesini belki sadece ekmek çalmak gibi bir normal hırsızlık, hukuki açıdan suçlu ancak açlığa dayalı bir mazeret olması ile izah edilebilirse de 1990 lı yıllarda bir akademik doktora tezinde doktora öğrencisinin jüri üyelerinden tam puan aldıktan sonra üyelerden birinin koluna giren öğrencinin üniversite koridorunda ilerlerken jüri üyelerinden birine ‘tezimi nasıl buldunuz?’ sorusuna karşın üyenin ‘ah bir de okusaydım’ diye cevap vermesini bilen bir kişi olarak galiba bu kitap meselesi de kitap satıcılarının yemeği tarif edecek kadar bilgili olmasını beklediğimiz garson gibi olmasını arzu etme hakkımızın bulunmasını gerekli kılıyor.
Kendi yazdığı bir kitabın içeriğinde daha sonra ortaya çıkacak bir olumsuzluğu inkâr ederek beyin melekelerimizi ortadan kaldıracak şekilde kitap okuyarak beynimizdeki sinaps oluşumumuzu üst seviyeye çıkarma gayreti içinde olmayı umut ederken sinapslarımızı tarumar edecek bir yaklaşıma şahit olduğumuz bir dünyada, batılı ülkelerde yemediğiniz ya da artık olsa dahi yiyemediğiniz bir yemeğin garson tarafından mutfağa geriye götürülmesi üzerine aşçının mutfaktan masanıza kadar gelerek ‘yemeği neden yemediniz, beğenmediniz mi?’ diye sorma hakkının bulunması gibi beğendiğimiz bir kitabı satın alma hakkımızın olmasını, fuarlarda kitaplarını satmak üzere stant kira ücretini ödemek için kitabının satın alınmasını isteyen yazarların ekonomik yönden çaresizliğine (!) rağmen yok varsayabilir miyiz?
Türkiye’de kitap okuma istatistiğinin yerlerde sürüldüğünü bilerek de olsa kitapların yazarlarının da yazdıkları kitabı beğendirmekten başka bir yol olmadığını bilmeleri ve bunları pazarlayanların da kitabın herhangi bir tanıtıcı bilgi ile hemen onu bilecek kadar donanımlı bilgiye sahip olmalarını bekliyor olmamız gerekmez mi?
KAYNAK: ARKEOTEKNO
AKTİF KAYNAK LİNK: https://www.arkeotekno.com/pg_616_kitap-satin-almak-nasil-kaosa-donusur