MADEM ALLAH VAR, ELBETTE AHİRET VARDIR

Günümüz Kur’an tefsiri yazarlarından Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşeri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı tarafından da yayımlanan Risale-i Nur Külliyatı’nın çeşitli yerlerinde “Haşrin” ve “Ahiretin” varlığını ispat etmektedir.

HAŞRİN İSPATI İLE İLGİLİ OLARAK SÖZLER KİTABININ 10. SÖZ BÖLÜMÜNDEN İKİNCİ NOKTA KISMINI SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTİYORUZ

İkinci Nokta:

Hakikat-i haşriyenin hadsiz bürhanlarından sair erkân-ı imaniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Şöyle ki:

Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine delâlet eden bütün mu’cizeleri ve bütün delail-i nübüvveti ve hakkaniyetinin bütün bürhanları, birden hakikat-i haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek ispat ederler. Çünkü bu zatın bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, aynı hakikate şehadet eder. Hem وَ بِرُسُلِهٖ kelimesinden gelen şehadeti bedahet derecesine çıkaran وَ كُتُبِهٖ şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki:

Başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakkaniyetini ispat eden bütün
mu’cizeleri, hüccetleri ve hakikatleri, birden hakikat-i haşriyenin
tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip ispat ederler. Çünkü Kur’an’ın hemen
üçten birisi haşirdir ve ekser kısa surelerinin başlarında gayet
kuvvetli âyât-ı haşriyedir. Sarîhan ve işareten binler âyâtıyla aynı
hakikati haber verir, ispat eder, gösterir. Mesela

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ۞ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ
اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظٖيمٌ ۞ اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ
زِلْزَالَهَا ۞ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ۞ اِذَا السَّمَٓاءُ
انْشَقَّتْ ۞ عَمَّ يَتَسَٓاءَلُونَ ۞ هَلْ اَتٰيكَ حَدٖيثُ الْغَاشِيَةِ

gibi otuz kırk surelerin başlarında bütün kat’iyetle hakikat-i
haşriyeyi kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikati olduğunu
göstermekle beraber, sair âyetler dahi o hakikatin çeşit çeşit
delillerini beyan edip ikna eder.

Acaba bir tek âyetin bir tek işareti, gözümüz önünde ulûm-u
İslâmiyede müteaddid ilmî, kevnî hakikatleri meyve veren bir kitabın
böyle şehadetleriyle ve davaları ile güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî
hakikatsiz olması; güneşin inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir
cihet-i imkânı var mı ve yüz derece muhal ve bâtıl olmaz mı?

Acaba bir sultanın bir tek işareti yalan olmamak için bazen bir ordu
hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddi ve izzetli sultanın binler
sözleri ve vaadleri ve tehditlerini yalan çıkarmak, hiçbir cihette kabil
midir ve hakikatsiz olmak mümkün müdür?

Acaba on üç asırda fâsılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara,
kalplere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden,
idare eden bu manevî Sultan-ı Zîşan’ın bir tek işareti böyle bir
hakikati ispat etmeye kâfi iken binler tasrihat ile bu hakikat-i
haşriyeyi gösterip ispat ettikten sonra, o hakikati tanımayan bir echel
ahmak için cehennem azabı lâzım gelmez mi ve ayn-ı adalet olmaz mı?

Hem birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semavî suhufları ve
mukaddes kitapları dahi bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan
Kur’an’ın tafsilatla, izahatla, tekrar ile beyan ve ispat ettiği
hakikat-i haşriyeyi, asırlarına ve zamanlarına göre o hakikati kat’î
kabul ile beraber, tafsilatsız ve perdeli ve muhtasar bir surette beyan
fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve ispatları, Kur’an’ın davasını binler
imza ile tasdik ederler.

Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münâcat’ın âhirinde, “iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir” rüknüne, sair rükünlerin hususan “rusül” ve “kütüb”ün şehadetini, münâcat suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalı ve bütün evhamları izale eden bir hüccet-i haşriye aynen buraya giriyor.

Şöyle ki Münâcat’ta demiş:

Ey Rabb-i Rahîm’im! Resul-i Ekrem’inin talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in
dersiyle anladım ki: Başta Kur’an ve Resul-i Ekrem’in olarak bütün
mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta numuneleri
görülen celalli ve cemalli isimlerinin tecellileri daha parlak bir
surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmane
cilveleri, numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir
tarzda dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu kısa hayat-ı
dünyeviyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden
müştakların, ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma ve
ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı kātıalarına istinaden,
başta Resul-i Ekrem ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak bütün nurani ruhların
sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver kalplerin kutubları olan
veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan sıddıkînler,
bütün suhuf-u semaviyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile
ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden hem senin kudret ve
rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemal gibi âhireti iktiza eden
kudsî sıfatlarına, şe’nlerine ve senin izzet-i celaline ve saltanat-ı
rububiyetine itimaden hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren
hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn
derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi
insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalalet için cehennem ve ehl-i hidayet
için cennet bulunduğunu haber verip ilan ediyorlar. Kuvvetli iman edip
şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey
izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal! Bu kadar sadık
dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını yalancı
çıkarmak, tekzip etmek ve saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını
tekzip edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve
itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının âhirete
bakan hadsiz dualarını ve davalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve
isyan ile ve seni vaadinde tekzip etmekle, senin azamet-i kibriyana
dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine
ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalaleti ve ehl-i
küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüz binler derece
mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir
zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adaletini ve
nihayetsiz cemalini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.

Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki: O yüz binler sadık elçilerin ve
o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar;
hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet
hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette
tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine
şehadetleri hak ve hakikattir ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve
beşaretleri sadık ve vakidir. Ve onlar, bütün hakikatlerin mercii ve
güneşi ve hâmisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-i
ekber-i haşriye olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibadına hak
dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak talim ediyorlar.

Yâ Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve
Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri
onların şefaatlerine mazhar eyle, âmin!

Hem nasıl ki Kur’an’ın, belki bütün semavî kitapların hakkaniyetini
ispat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullah’ın belki bütün
enbiyanın nübüvvetlerini ispat eden umum mu’cizeler ve bürhanlar,
dolayısıyla en büyük müddeaları olan âhiretin tahakkukuna delâlet
ederler. Aynen öyle de Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet
eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla rububiyetin ve uluhiyetin
en büyük medarı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekanın
vücuduna, açılmasına şehadet ederler.

Çünkü gelecek makamatta beyan ve ispat edileceği gibi; Zat-ı
Vâcibü’l-vücud’un hem mevcudiyeti hem umum sıfatları hem ekser isimleri
hem rububiyet, uluhiyet, rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi vasıfları,
şe’nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir
âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücazat için haşri ve
neşri isterler.

Evet, madem ezelî, ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı
uluhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. Ve madem bu kâinatta
ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i
mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve
hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran ebedî bir dâr-ı
saadet bulunacak ve girilecek.

Hem madem göz ile görünen bu hadsiz in’amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zat-ı Rahman-ı Rahîm’in bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalplere gösterir. Elbette in’amı istihzadan ve ihsanı aldatmaktan ve inayeti adâvetten ve rahmeti azaptan ve lütf u keremi ihanetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve nimeti nimet eden bir âlem-i bâkide bir hayat-ı bâkiye var ve olacaktır.

Hem madem bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatasız yüz bin
kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret gözümüz önünde yorulmadan
işliyor. Ve o kalem sahibi yüz bin defa ahd ve vaad etmiş ki: “Bu dar
yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay
olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size
okutturacağım.” diye bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve
herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de
yazılacak ve umumun defter-i a’malleri onda kaydedilecek.

Hem madem bu arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen değişen
yüz binler çeşit çeşit enva-ı zevi’l-hayat ve zevi’l-ervahın meskeni,
menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın
kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük
öyle bir ehemmiyeti var ki küçüklüğüyle beraber koca semavata karşı denk
tutulmuş. Semavî fermanlarda daima رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ
deniliyor.

Ve madem bu mahiyetteki arzın her tarafına hükmeden ve ekser
mahlukatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcudatını teshir edip kendi
etrafına toplattıran ve ekser masnuatını kendi hevesatının hendesesiyle
ve ihtiyacatının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin
ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp
süslettirir ki değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semavat
ehlinin ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinat
sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve
kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkati ve büyük
neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halifesi olduğunu, fenleriyle,
sanatlarıyla gösteren ve dünya cihetinde Sâni’-i âlem’in mu’cizeli
sanatlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için isyan ve küfrüyle
beraber dünyada bırakılan ve azabı tehir edilen ve bu hizmeti için
imhal edilip muvaffakıyet gören nev-i benî-Âdem var.

Ve madem bu mahiyetteki nev-i benî-Âdem, mizaç ve hilkat itibarıyla
gayet zayıf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacatı
ve teellümatı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının
fevkinde olarak koca küre-i arzı, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi
madenlere mahzen ve her nevi taamlara ambar ve nev-i insanın hoşuna
gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren gayet kuvvetli ve
hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf var ki böyle nev-i insana bakıyor,
besliyor, istediğini veriyor.

Ve madem bu hakikatteki bir Rab, hem insanı sever hem kendini insana
sevdirir hem bâkidir hem bâki âlemleri var hem adaletle her işi görür ve
hikmetle her şeyi yapıyor. Hem bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve bu
kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelî’nin
haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti yerleşemiyor.

Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve
muvazenelerine ve hüsn-ü cemaline münafî ve muhalif çok büyük zulümleri
ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri,
inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp gaddar zalim, rahat ile
hayatını ve bîçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve
umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın mahiyeti ise
dirilmemek suretiyle o gaddar zalimlerin ve meyus mazlumların vefat
içindeki müsavatlarına bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez!

Ve madem nasıl ki kâinatın sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i
insanı intihab edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle
de nev-i insandan dahi makasıd-ı rububiyetine tevafuk eden ve
kendilerini iman ve teslim ile ona sevdiren hakiki insanlar olan enbiya
ve evliya ve asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatap ederek,
onları mu’cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını semavî tokatlar
ile tazip ediyor.

Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi onların imamı ve mefhari
olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı intihab ederek, ehemmiyetli küre-i
arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun
asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor. Âdeta bu kâinat onun için
yaratılmış gibi bütün gayeleri onun ile ve onun dini ile ve Kur’an’ı ile
tezahür ediyor.

Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz
hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyık
iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmış üç sene gibi
kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir
ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mı ki o zat, bütün emsali ve dostlarıyla
beraber dirilmesin ve şimdi de ruhen diri ve hay olmasın? İdam-ı ebedî
ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Evet, bütün kâinat
ve hakikat-i âlem, dirilmesini dava eder ve hayatını Sahib-i kâinat’tan
talep ediyor.

Ve madem Yedinci Şuâ olan Âyetü’l-Kübra’da her biri bir dağ
kuvvetinde otuz üç adet icma-ı azîm ispat etmişler ki: Bu kâinat bir
elden çıkmış ve bir tek zatın mülküdür. Ve kemalât-ı İlahiyenin medarı
olan vahdetini ve ehadiyetini bedahetle göstermişler. Ve vahdet ve
ehadiyet ile bütün kâinat, o Zat-ı Vâhid’in emirber neferleri ve
musahhar memurları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin gelmesiyle, kemalâtı
sukuttan ve adalet-i mutlakası müstehziyane gadr-ı mutlaktan ve hikmet-i
âmmesi sefahetkârane abesiyetten ve rahmet-i vâsiası lâhiyane tazibden
ve izzet-i kudreti zelilane aczden kurtulurlar, takaddüs ederler.

Elbette ve elbette ve herhalde iman-ı billahın yüzer nüktesinden bu
sekiz mademlerdeki hakikatlerin muktezasıyla; kıyamet kopacak, haşir ve
neşir olacak, dâr-ı mücazat ve mükâfat açılacak. Tâ ki arzın mezkûr
ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk
edebilsin. Ve arz ve insanın Hâlık’ı ve Rabb’i olan Mutasarrıf-ı
Hakîm’in mezkûr adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin.
Ve o Bâki Rabb’in mezkûr hakiki dostları ve müştakları idam-ı ebedîden
kurtulsun. Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı
memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün. Ve
Sultan-ı Sermedî’nin kemalâtı naks ve kusurdan ve kudreti aczden ve
hikmeti sefahetten ve adaleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri
etsin.

Elhasıl, madem Allah var, elbette âhiret vardır…

Hem nasıl ki mezkûr üç erkân-ı imaniye onları ispat eden bütün
delilleriyle haşre şehadet ve delâlet ederler. Öyle de وَ بِمَلٰئِكَتِهٖ
وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى olan iki
rükn-ü imanî dahi haşri istilzam edip kuvvetli bir surette âlem-i bekaya
şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:

Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini ispat eden bütün
deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervahın
ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve
ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin, cennet ve cehennemin
vücudlarına delâlet ederler. Çünkü melekler bu âlemleri izn-i İlahî ile
görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen
umum melaike-i mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar,
onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika
kıtasının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi
yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve
dâr-ı âhiretin ve cennet ve cehennemin vücudlarına o kat’iyette iman
etmek gerektir ve öyle de iman ederiz.

Hem Yirmi Altıncı Söz olan Risale-i Kader’de “iman-ı bi’l-kader”
rüknünü ispat eden bütün deliller, dolayısıyla haşre ve neşr-i suhufa ve
mizan-ı ekberdeki muvazene-i a’male delâlet ederler. Çünkü her şeyin
mukadderatını gözümüz önünde nizam ve mizan levhalarında kaydetmek ve
her zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyelerini kuvve-i hâfızalarında ve
çekirdeklerinde ve sair elvah-ı misaliyede yazmak ve her zîruhun,
hususan insanların defter-i a’mallerini elvah-ı mahfuzada tesbit etmek,
geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmane bir takdir ve
müdakkikane bir kayıt ve hafîzane bir kitabet, ancak mahkeme-i kübrada
umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat için
olabilir. Yoksa o ihatalı ve inceden ince olan kayıt ve muhafaza, bütün
bütün manasız, faydasız kalır; hikmete ve hakikate münafî olur. Hem
haşir gelmezse kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün
muhakkak manaları bozulur ki hiçbir cihet-i imkânı olamaz ve o ihtimal,
bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal belki bir hezeyan olur.

Elhasıl: İmanın beş rüknü bütün delilleriyle haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip talep ederler.

İşte hakikat-i haşriyenin azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhanları bulunduğu içindir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hemen hemen üçten birisi haşir ve âhireti teşkil ediyor ve onu bütün hakaikine temel taşı ve üssü’l-esas yapıyor ve her şeyi onun üstüne bina ediyor.

KAYNAK:

KAYNAK LİNK: http:// http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/onuncu-soz/

KAYNAK LİNK:http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/