MELAİKENİN KABULÜ İMANIN ŞARTLARINDAN BİRİDİR

Günümüz İslam âlimlerinden Risale-i Nur adlı Kur’an tefsirinin yazarı Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “SÖZLER” adlı eserinin 29. söz bölümünde Melaike’nin varlığını ispat ediyor.

Türkiye Diyanet Vakfı tarafından da basılıp Müftülüklerde ve Diyanet Kitabevlerinde de satışı yapılan “SÖZLER” adlı kitabın 29 . SÖZ bölümünden alınan MELAİKE İLE ilgili konuyu sunuyoruz.

Birinci Maksat

Melaikenin tasdiki imanın bir rüknüdür. Şu maksatta dört nükte-i esasiye vardır.

Birinci Esas

Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat
iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, her
şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mal
eder. Bir şeyi, bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i
zîhayat diyebilir ki: “Şu bütün eşya, malımdır. Dünya, hanemdir.
Kâinat, mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.” Nasıl ki ziya
ecsamın görülmesine sebeptir ve renklerin –bir kavle göre– sebeb-i
vücududur. Öyle de hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyatın
tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüzü, küll ve küllî hükmüne getirir.
Ve küllî şeyleri bir cüze sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı,
iştirak ve ittihat ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak
gibi kemalât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat, kesret tabakatında
bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.

Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir,
yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler
ile vardır. Başka kâinatta ne varsa o dağa nisbeten ma’dumdur. Çünkü ne
hayatı var ki hayat ile alâkadar olsun, ne şuuru var ki taalluk etsin.

Şimdi bak küçücük bir cisme, mesela bal arısına. Hayat ona girdiği
anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki bütün kâinatla,
hususan zeminin çiçekleriyle ve nebatatlarıyla öyle bir ticaret akdeder
ki diyebilir: “Şu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir.”

İşte zîhayattaki meşhur havass-ı zahire ve bâtına duygularından
başka, gayr-ı meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın
ekser envaıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur.

İşte en küçük zîhayatta hayat böyle tesirini gösterse elbette hayat,
tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve
inkişaf ve tenevvür eder ki hayatın ziyası olan şuur ile akıl ile bir
insan kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi o zîhayat kendi aklı ile
avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zîşuur ve
zîhayat manen o âlemlere misafir gittiği gibi o âlemler dahi o zîşuurun
mir’at-ı ruhuna misafir olup irtisam ve temessül ile geliyorlar.

Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük
bir maden-i nimeti ve en latîf bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve
bilinmez bir nakş-ı nezih-i sanatıdır. Evet, hafî ve dakiktir. Çünkü
enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en
birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani
uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zahir ve kesrette ve
mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin
nazarında gizli kalmıştır. Hakikati, hakiki olarak beşerin aklı ile
keşfedilmemiş.

Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki iki vechi, yani mülk ve
melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret,
esbabın perdesini vaz’etmeyerek doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat
sair şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen
nâpâk keyfiyat-ı zahiriyeye menşe olmak için esbab-ı zahiriyeyi perde
etmiştir.

Elhasıl, denilebilir ki hayat olmazsa vücud, vücud değildir; ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.

Mademki hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde
bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir
itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu bîçare perişan
küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevi’l-hayat
ile zevi’l-ervah ile ve zevi’l-idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir
hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki şu kusûr-u semaviye ve şu
buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri
vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurani
sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.

Madem kudret-i ezeliye bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif
unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder ve gayet ehemmiyetle
madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i latîfeye çevirir ve nur-u
hayatı her şeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri
yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu
noksansız hikmetiyle; nur gibi esîr gibi ruha yakın ve münasip olan sair
seyyalat-ı latîfe maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid
bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ
esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden
zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki hayvanatın pek çok muhtelif
ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latîfe
maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhanî
ve cin ecnaslarıdır.

Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarını kabul etmek ne
derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’an’ın beyan ettiği
gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilaf-ı hakikat ve hilaf-ı hikmet
bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu şu temsile
bak, gör:

İki adam; biri bedevî, vahşi; biri medeni, aklı başında olarak
arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medeni
muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir
fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki o hane; amele, sefil, miskin
adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin
etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü
ve hususi şerait-i hayatiyeleri vardır ki onların bir kısmı
âkilü’n-nebattır, yalnız nebatat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı
âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali
görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî
kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli
meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz
zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o
sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki
şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşi bedevî, hiç şehir
görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i
hayat orada bulunmadığından der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir,
boştur, zîruh içinde yoktur.” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını
yapar. İkinci adam der ki: “Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi
görüyorsun ki zîruh ile amelelerle doldurulmuş ve biri var ki bunları
her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş
bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün
müdür ki şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli
tezyinatın, şu sanatlı sarayların onlara münasip âlî sekeneleri
bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara
göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek
yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut
gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana
görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz.

Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.

İşte şu temsil gibi ecram-ı ulviye ve ecsam-ı seyyare içinde küre-i
arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların,
zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer
menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve
bilbedahe ve bi’t-tarîkı’l-evlâ ve bi’l-hadsi’s-sadık ve
bi’l-yakîni’l-kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilan eder ki:

Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla,
yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan,
ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan,
esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o
zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, şeriat-ı garra-yı Muhammediye
aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan “Melaike ve cânn ve
ruhaniyattır.” der, tesmiye eder.

Melaikenin ise ecsamın muhtelif cinsleri gibi cinsleri muhteliftir.
Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel
meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi onların da pek çok
ecnas-ı muhtelifeleri vardır.

Şu nükte-i esasiyenin hâtimesi:

Bi’t-tecrübe, madde asıl değil ki vücud ona münhasır kalsın ve tabi
olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.

Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki her şey ona ircâ edilsin.
Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat,
hayattır. O hakikatin esası da ruhtur.

Bilbedahe madde hâkim değil ki ona müracaat edilsin, kemalât ondan
istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği
yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur.

Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki işler ve
kemalât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmaya, erimeye,
yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir
surettir.

Görülmüyor mu ki gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar
keskin duyguları var ki arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet
hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki maddenin küçülüp
inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd
ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh
âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh,
nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor.

İşte hiç mümkün müdür ki bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur
ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh
ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki şu maddiyat ve âlem-i
şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz
tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin
hareketine ircâ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz
tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise
âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.

İkinci Esas

Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin
vücuduna bir icma-ı manevî ile –tabirde ihtilaflarıyla beraber– bütün
ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler
denilebilir.

Hattâ maddiyatta çok ileri giden hükemanın meşaiyyun kısmı,
melaikenin manasını inkâr etmeyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i
mücerrede-i ruhaniyeleri vardır.” derler. Melaikeyi öyle tabir
ediyorlar.

Eski hükemanın işrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule
muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “Ukûl-ü Aşere ve Erbabü’l-Enva”
diye isim vermişler.

Bütün ehl-i edyan “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar”
gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile
bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar.

Hattâ akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi melaikenin manasını inkâr edemeyerek (Hâşiye[1]) “Kuva-yı Sâriye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Ey melaike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüt gösteren bîçare adam!
Neye istinad ediyorsun? Hangi hakikate güveniyorsun ki bütün ehl-i akıl,
bilerek bilmeyerek melaikenin manasının sübutuna ve tahakkukuna ve
ruhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul
etmiyorsun? Mademki Birinci Esas’ta ispat edildiği gibi hayat mevcudatın
keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mana-yı
melaikenin kabulünde manen müttefiktirler ve şu zeminimiz, bu kadar
zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki
şu feza-yı vesîa sekenelerden, şu semavat-ı latîfe mutavattinînden hâlî
kalsın?

Hiç hatırına gelmesin ki şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar
kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü o cereyan eden namuslar, şu
hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî
sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini
ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa o namuslara, o
kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir
hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki hayat, bir hakikat-i hariciyedir.
Vehmî bir emr, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.

Elhasıl, madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve
nakil manen ittifak etmişler ki mevcudat, şu âlem-i şehadete münhasır
değildir. Hem madem zahir olan âlem-i şehadet, camid ve teşekkül-ü
ervaha nâmuvafık olduğu halde bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş.
Elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücud
vardır ki âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir. Hem
madem denizin balığa nisbeti gibi ervaha muvafık olan âlem-i gayb ve
âlem-i mana, ervahlar ile dolu olmak iktiza eder. Hem madem bütün
emirler, mana-yı melaikenin vücuduna şehadet ederler.

Elbette bilâ-şek velâ şüphe, melaike vücudlarının ve ruhanî
hakikatlerinin en güzel sureti ve ukûl-ü selime kabul edecek ve istihsan
edecek en makul keyfiyeti odur ki Kur’an, şerh ve beyan etmiştir. O
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan der ki: “Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre
muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latîfe-i
nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.”

Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, “kelâm” sıfatından gelen şeriat-ı
İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike
dahi muazzam bir ümmettir ki onların amele kısmı “irade” sıfatından
gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler.
Müessir-i Hakiki olan kudret-i Fâtıranın ve irade-i Ezeliyenin
emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki ecram-ı ulviyenin her biri
onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.

Üçüncü Esas

Mesele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki tek bir cüzün vücudu
ile bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rü’yeti ile umum
nev’in vücudu malûm olur. Çünkü kim inkâr ederse külliyen inkâr eder.
Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur. Madem
öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki bütün ehl-i
edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin
vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın
taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle
muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet
etmesine icma etmişlerdir.

Acaba hiçbir fert melaikelerden bilbedahe görünmezse hem bilmüşahede
bir şahsın veya müteaddid eşhasın vücudu kat’î bilinmezse hem onların
bilbedahe, bilmüşahede vücudları hissedilmezse hiç mümkün müdür ki böyle
bir icma ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve
şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam
etsin.

Hem hiç mümkün müdür ki şu itikad-ı umumînin menşei, mebâdi-i
zaruriye ve bedihî emirler olmasın. Hem hiç mümkün müdür ki hakikatsiz
bir vehim; bütün inkılabat-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede
istimrar etsin, beka bulsun. Hem hiç mümkün müdür ki şu ehl-i edyanın,
bu icma-ı azîmin senedi; bir hads-i kat’î olmasın, bir yakîn-i şuhudî
olmasın. Hem hiç mümkün müdür ki o hads-i kat’î, o yakîn-i şuhudî,
hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vakıalarından ve o
müşahedat vakıaları, şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad
etmesin. Öyle ise şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve
senedi, tevatür-ü manevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melaike
müşahedelerinden ve ruhanîlerin rü’yetlerinden hasıl olan mebâdi-i
zaruriyedir, esasat-ı kat’iyedir.

Hem hiç mümkün müdür, hiç makul mudur, hiç kabil midir ki hayat-ı
içtimaiye-i beşeriye semasının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde
olan enbiya ve evliya, tevatür suretiyle ve icma-ı manevî kuvvetiyle
ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melaike ve ruhaniyatın vücudları ve
müşahedeleri, bir şüphe kabul etsin, bir şekke medar olsun. Bâhusus
onlar şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Malûmdur ki iki ehl-i ihtisas,
binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar.
Malûmdur ki iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefy ve inkâra müreccahtırlar.
Ve bilhassa kâinat semasında daim parlayan ve hiçbir vakit gurûb
etmeyen âlem-i hakikatin Şemsü’ş-şümus’u olan Kur’an-ı
Mu’cizü’l-Beyan’ın ihbaratı ve risalet güneşi olan Zat-ı Ahmediye’nin
(asm) şehadatı ve müşahedatı, hiç kabil midir ki bir şüphe kabul etsin.

Madem tek bir ruhaniyatın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse şu nev’in
umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve madem şu nev’in vücudu tahakkuk
ediyor. Elbette onların suret-i tahakkukunun en ahseni en makulü en
makbulü; şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur’an’ın gösterdiği gibidir,
Sahib-i Mi’rac’ın gördüğü gibidir.

Dördüncü Esas

Şu kâinatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa görünür ki cüz’iyat
gibi külliyatın dahi birer şahs-ı manevîsi vardır ki birer vazife-i
külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor.

Mesela bir çiçek, kendince bir nakş-ı sanatı gösterip lisan-ı haliyle
esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek
hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır. Nasıl ki
bir meyve, bir intizam içinde bir ilanatı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle
de koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i
fıtriyesi ve ubudiyeti vardır. Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve
çiçeklerinin kelimatı ile bir tesbihatı var. Öyle de koca semavat denizi
dahi kelimatı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı
Zülcelal’ine tesbihat yapar ve Sâni’-i Zülcelal’ine hamdeder ve hâkeza…

Mevcudat-ı hariciyenin her biri, sureten camid, şuursuz iken gayet
hayatkârane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette
nasıl melaikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler,
tesbihatlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i
şehadette o melaikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri
hükmündedirler.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dal’ında beyan edildiği gibi şu
saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, o saray içinde istihdam ettiği dört
kısım amelenin birincisi: Melaike ve ruhanîlerdir. Madem nebatat ve
cemadat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz
hidemattadırlar. Ve hayvanat, bir ücret-i cüz’iye mukabilinde bilmeyerek
gayet küllî maksatlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel
iki ücret mukabilinde o Sâni’-i Zülcelal’in makasıdını bilerek tevfik-i
hareket etmek ve her şeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair
hademelere nezaret etmek ile istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor.
Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar,
ameleler bulunacaktır.

Hem insana benzer ki o Sâni’-i Zülcelal’in makasıd-ı külliyesini
bilir bir ubudiyet ile tevfik-i hareket ederler. Hem insanın hilafına
olarak hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız
Sâni’-i Zülcelal’in nazarı ile emri ile teveccühü ile hesabı ile namı
ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisap ile hasıl ettikleri lezzet ve
kemal ve zevk ve saadeti kâfi görüp hâlisen muhlisen çalışıyorlar.

Cinslerine göre kâinattaki mevcudatın envaına göre vazife-i
ibadetleri tenevvü ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde, muhtelif
vazifedarları gibi saltanat-ı rububiyet dairelerinde vezaif-i ubudiyeti
ve tesbihatı öyle tenevvü ediyor. Mesela Hazret-i Mikâil, yeryüzü
tarlasında ekilen masnuat-ı İlahiyeye Cenab-ı Hakk’ın havliyle,
kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle bir nâzır-ı umumî hükmündedir. Tabir caiz
ise umum çiftçi-misal melaikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelal’in
izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle umum hayvanatın manevî
çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.

İşte madem şu mevcudat-ı hariciyenin, her birisinin üstünde, birer
melek-i müekkel var olmak lâzım gelir. Tâ ki o cismin gösterdiği
vezaif-i ubudiyet ve hidemat-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil
etsin, dergâh-ı uluhiyete bilerek takdim etsin. Elbette Muhbir-i
Sadık’ın rivayet ettiği, melaikeler hakkındaki suretler gayet münasiptir
ve makuldür.

Mesela, ferman etmiş ki: “Bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya
kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, her bir ağızda kırk bin
dil ile kırk bin tesbihat yapar.” Şu hakikat-i hadîsiyenin bir manası
var, bir de sureti var.

Manası şudur ki: Melaikenin ibadatı hem gayet muntazamdır, mükemmeldir hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatin sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye
vardır ki kırk bin baş, kırk bin tarz ile vezaif-i ubudiyeti yapar.
Mesela, sema güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin tek bir
mahluk iken, yüz bin baş ile her başta yüz binler ağız ile her ağızda
yüz binler lisan ile vazife-i ubudiyeti ve tesbihat-ı Rabbaniyeyi
yapıyor. İşte küre-i arza müekkel melek dahi âlem-i melekûtta şu manayı
göstermek için öyle görülmek lâzımdır.

Hattâ ben, mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş
hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili
hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım,
kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, her bir
çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve
sanatları gördüm ki her biri Sâni’-i Zülcelal’in ayrı ayrı birer cilve-i
esmasını ve birer ismini okutturuyor.

İşte hiç mümkün müdür ki şu badem ağacının Sâni’-i Zülcelal’i ve
Hakîm-i Zülcemal’i, bu camid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun
manasını bilen, ifade eden, kâinata ilan eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim
eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona
bindirmesin?

Ey arkadaş! Şuraya kadar beyanatımız, kalbi kabule ihzar etmek ve
nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz’ana getirmek için bir mukaddime
idi. Eğer o mukaddimeyi bir derece fehmettin ise melaikelerle görüşmek
istersen hazır ol. Hem evham-ı seyyieden temizlen. İşte Kur’an âlemi
kapıları açıktır. İşte Kur’an cenneti مُفَتَّحَةُ الْاَبْوَابُ dır; gir
bak. Melaikeyi o cennet-i Kur’aniye içinde güzel bir surette gör. Her
bir âyet-i Tenzil, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak:

وَالْمُرْسَلَاتِ عُرْفًا ۞ فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا ۞ وَالنَّاشِرَاتِ
نَشْرًا ۞ فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا ۞ فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا ۞

وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا ۞ وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا ۞ وَالسَّابِحَاتِ
سَبْحًا ۞ فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا ۞ فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا ۞

تَنَزَّلُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ فٖيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ۞
عَلَيْهَا مَلٰٓئِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَٓا
اَمَرَهُمْ وَ يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

Hem dinle: سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ ۞ لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهٖ يَعْمَلُونَ senalarını işit.

Eğer cinnîlerle görüşmek istersen قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ
اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ surlu sureye gir, onları gör, dinle ne
diyorlar? Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاٰنًا عَجَبًا ۞ يَهْدٖٓى اِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّا بِهٖ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَٓا اَحَدًا

***

[1]Hâşiye: Melaike manasını ve ruhaniyatın hakikatini inkâra mecal bulamamışlar, belki fıtratın namuslarından “Kuva-yı Sâriye” diye “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. (Ey kendini akıllı zanneden!..)