Miraç Risalesi, Miraçla İlgili Her Soruya Cevap Veriyor?

İslam Dini’nin en önemli olaylarından biri olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)in MİRAÇ mucizesinin her yönünü ilmen ispatlayan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı içinde yer alan MİRAÇ RİSALESİ’NİN tamamını yayımlıyoruz.

TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYINI / RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI / SÖZLER KİTABI – 31.SÖZ

Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

İhtar: Mi’rac meselesi, erkân-ı imaniyenin
usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin
nurlarından meded alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen
dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü Allah’ı
bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melaikeyi kabul etmeyen veya semavatın
vücudunu inkâr eden adamlara mi’racdan bahsedilmez. Evvela o erkânı
ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, mi’racda istib’ad ile vesveseye
düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek ona karşı beyan edeceğiz. Ara
sıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz.
Bazı sözlerde hakikat-i mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti.
İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatin aslıyla
birleştirmek ve kemalât-ı Ahmediyenin (asm) cemaline birden bir âyine
yapmak için inayeti Allah’tan istedik.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız اِنَّهُ zamirinde
bir düstur-u belâgata istinad eden iki remzin meselemize münasebeti
olduğu için i’caz bahsinde beyan edildiği üzere yazacağız.

İşte Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem aleyhi efdalü’s-salâti ve
ekmelü’s-selâmın mi’racının mebdei olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i
Aksa’ya olan seyranını zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ
الْبَصٖيرُ der. Ve şu kelâm ile Sure-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى da
işaret olunan münteha-yı mi’raca remzeden اِنَّهُ deki zamir, ya Cenab-ı
Hakk’a râcidir veyahut Peygamberedir (asm).

Peygambere göre olsa kanun-u belâgat ve münasebet-i siyak-ı kelâm
şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir
urûc-u küllî var ki tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar
meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı
Rabbaniyeyi ve acayib-i sanat-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O
küçük, cüz’î seyahati hem küllî hem mahşer-i acayip bir seyahatin
anahtarı hükmünde gösteriyor.

Eğer zamir, Cenab-ı Hakk’a râci olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir
seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i
Haram’dan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksa’ya gönderip, enbiyalarla
görüştürüp, bütün enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu
gösterdikten sonra, tâ Sidretü’l-münteha’ya tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar
mülk ve melekûtunda gezdirdi.

İşte çendan o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar
beraber olduğu için Cenab-ı Hak kendini “Bütün eşyayı işitir ve görür.”
sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve
muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlukata şâmil hikmetlerini
göstersin.

Bu sırr-ı azîmin dört esası var.

Birincisi: Mi’racın sırr-ı lüzumu nedir?

İkincisi: Hakikat-i mi’rac nedir?

Üçüncüsü: Hikmet-i mi’rac nedir?

Dördüncüsü: Mi’racın semerat ve faydası nedir?

Birinci Esas

Mi’racın sırr-ı lüzumu:

Mesela deniliyor ki: “Cenab-ı Hak اَقْرَبُ
اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ dir. Her şeye, her şeyden daha yakındır.
Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli, kalbi içinde onunla
görüşebilir. Neden dolayı velayet-i Ahmediye (asm) mi’rac gibi uzun bir
seyahatin neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu
münâcata muvaffak oluyor?”

Elcevap: Şu sırr-ı gamızı iki temsil ile fehme takrib ediyoruz. On İkinci Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı mi’rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır.

Birisi: Âmî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için hususi bir hâcete dair, has bir telefonla sohbet etmektir.

Diğeri: Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i kübra
namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve
teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evamir ile
münasebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve
haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir mükâlemedir.

İşte وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى şu temsil gibi: Şu kâinat
Hâlık’ının ve Mâlikü’l-mülk ve’l-melekût’un ve Hâkim-i ezel ve ebed’in
iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi cüz’î ve has,
diğeri küllî ve âmm. İşte mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (asm) bütün
velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür
ki bütün kâinatın Rabb’i ismiyle, bütün mevcudatın Hâlık’ı unvanıyla
Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.

İkinci Temsil: Bir adam elindeki bir âyineyi güneşe
karşı tutar. O âyine kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir
ziyayı, bir aksi, şemsten alır. Onun nisbetinde güneşle münasebettar
olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam
altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse güneşin kıymeti nisbetinde
değil belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri
ise âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini
görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek
geniş şaşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra
döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki
güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin daimî ziyası ile sohbet eder,
konuşur. Ve böylece minnettarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey
yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin
yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar
gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün
dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Halbuki evvelki
âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise
âsârı mahduddur, o kayda göredir.

İşte Şems-i ezel ve ebed Sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed’in
tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki
suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i
Rabbaniye ile bir tezahürdür ki herkes istidadına ve tayy-ı meratibde
seyr ü sülûkune, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o
Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münâcatına mazhariyeti var.
Galib esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan
ileri gelir.

İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en
münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden
esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı
Hak, tecelli-i zatıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev-i
insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki bu
tezahür ve tecelli, mi’rac-ı Ahmedî (asm) sırrıdır ki onun velayeti,
risaletine mebde olur.

Velayet ki zıllden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer.
Risalette zıll yoktur, doğrudan doğruya Zat-ı Zülcelal’in ehadiyetine
bakar, ikinci temsilin ikinci adamına benzer.

Mi’rac ise velayet-i Ahmediyenin (asm) keramet-i kübrası hem
mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın
bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i mi’rac risalettir,
Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok
meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan
risalet ise akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki bir ân-ı
seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş, gelmiş.”

Şimdi makam-ı istima’da bulunan mülhide deriz ki:

Madem bu kâinat, gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir
şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi,
bir mâliki, bir ustası vardır.

Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelal, bir Hâkim-i Zülkemal, bir
Sâni’-i Zülcemal vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o
saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna
münasebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni’-i
Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvi, a’zamî
bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âlî bir teveccühü
olacaktır.

Hem madem Âdem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar
olanların içinde âsârının şehadetiyle, yani küre-i arzın nısfını ve
nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i
manevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi en a’zamî bir mertebede o
münasebeti Muhammed-i Arabî (sallallahu aleyhi vesellem) göstermiştir.
Öyle ise o münasebetin en a’zamî bir mertebesinden ibaret olan mi’rac,
ona elyak ve ona evfaktır.

İkinci Esas

Hakikat-i mi’rac nedir?

Elcevap: Zat-ı Ahmediye’nin (asm) meratib-i
kemalâtta seyr ü sülûkundan ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i
mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve unvanlarla ve saltanat-ı
rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dairelerde
birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema
tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa
göstermekle, o abdi hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’ hem bütün
tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve
saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve
tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için Burak’a bindirip, berk gibi
semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamervari menzilden
menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o
dairelerin semavatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer
birer göstererek tâ Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile
kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.

Şu yüksek hakikate iki temsil dürbünü ile bakılabilir.

Birincisi: Yirmi Dördüncü Söz’de izah edildiği gibi
nasıl ki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı
unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve
saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır.

Mesela, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve
askeriyede kumandan-ı a’zam ve ilmiyede halife ve hâkeza sair isim ve
unvanları bulunur. Her bir dairede birer manevî tahtı hükmünde olan
makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve
tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve unvana sahip olabilir.
Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, her bir
dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır
bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle
görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle,
kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir
menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden
başkadır.

İşte böyle bir sultan, istediği bir zatı, bütün o dairelerinde
gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i
hâkimanesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip tâ
huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taalluk eden bazı evamir-i
umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.

İşte bu misal gibi ezel ve ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için
rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve
namları vardır. Ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri
içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı
ayrı fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardır. Ve kudretinin
tasarrufatında başka başka fakat birbirini ihsas eder unvanları vardır.
Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka fakat birbirini gösterir
mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat
birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır. Ve rengârenk sanatında ve
masnuatında çeşit çeşit fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyeti
vardır.

İşte şu sırr-ı azîme binaen kâinatı hayret-feza acib bir tertip ile
tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata
ve semavatın birinci tabakasından tâ arş-ı a’zama kadar birbiri üstünde
teşkilat var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir
arş ve tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve
o tabakatta çendan ehadiyet itibarıyla bütün esma bulunabilir, bütün
unvanlarla tecelli eder. Fakat nasıl ki adliyede hâkim-i âdil unvanı
asıldır, hâkimdir. Sair unvanlar orada onun emrine bakar, ona tabidir.
Öyle de her bir tabakat-ı mahlukatta, her bir semada bir isim, bir
unvan-ı İlahî hâkimdir. Sair unvanlar da onun zımnındadır.

Mesela, ism-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa aleyhisselâm, hangi semada
Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile görüştü ise işte o sema dairesinde
Cenab-ı Hak, Kadîr unvanıyla bizzat orada mütecellidir. Mesela, Hazret-i
Musa aleyhisselâmın makamı olan sema dairesinde en ziyade hüküm-ferma,
Hazret-i Musa aleyhisselâmın mazhar olduğu “Mütekellim” unvanıdır ve
hâkeza…

İşte Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, çünkü ism-i a’zama
mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır, elbette bütün
devair-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi
olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek, hakikat-i mi’racı
iktiza ediyor.

İkinci Temsil: Nasıl ki bir sultanın unvanlarından
olan “kumandan-ı a’zam” unvanı, devair-i askeriyenin serasker dairesi
gibi küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î ve hususi
her bir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Mesela bir nefer; o
kumandanlık unvan-ı a’zamının numunesini onbaşı şahsında görür, ona
bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki
kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa o vakit
kumandanlık numunesini ve cilvesini mülazım dairesinde görür. O makamda
ona mahsus bir iskemle bulunur ve hâkeza… Yüzbaşı, binbaşı, ferik,
müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü
nisbetinde o kumandanlık unvanını görür.

Şimdi bir neferi o kumandan-ı a’zam, bütün devair-i askeriyeye
taalluk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her
devairi görüp ve görünecek bir makam vermek istese elbette o kumandan-ı
a’zam, o neferi onbaşı dairesinden tut tâ daire-i a’zamına kadar birer
birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip
sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ
geldiği yere kadar bir anda gönderir.

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki padişah eğer âciz
olmazsa, surî olduğu gibi manevî cihetinde de iktidarı olsa o vakit
ferik, müşir, mülazım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde
bulunur. Yalnız bazı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında,
doğrudan doğruya emri o verir. Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar, çok
dairelerde bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.

Şu temsil ile baktığımız hakikat ise acz, onun içinde olmadığı için
doğrudan doğruya her bir dairede emir ve hüküm kumandan-ı a’zamdan
geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

İşte şu temsil gibi Hâkim-i arz ve semavat “Emr-i kün feyekûn”e mâlik
Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında
cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan, evamir ve
kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata
kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük büyük, cüz’î
küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı fakat birbirine bakar bir tarzda
birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.

Şimdi, bütün kâinattaki makasıd-ı ulyâ ve netaic-i uzmayı anlayacak
ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zat-ı
Kibriya’nın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede
ederek o zatın marziyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl
olmak için alâküllihal o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk
olacaktır. Tâ daire-i a’zamiyesinin unvanı olan arş-ı a’zamına girecek,
tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile
işaret olunan makama girecek ve Zat-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir
ki şu seyr ü sülûk ise mi’racın hakikatidir.

Her bir insan aklıyla hayal süratinde seyeranı, her bir veli kalbiyle
berk süratinde cevelanı ve cism-i nurani olan her bir melek ruh
süratinde arştan ferşe, ferşten arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları,
Burak süratinde haşirden beş yüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları
olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalplerinden daha latîf
ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i
necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan ruh-u Muhammedînin (asm)
hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî
(asm), elbette onun ruh-u âlîsiyle arşa kadar beraber gidecektir.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki:

O mülhid kalbinden der: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl mi’raca inanacağım?”

Biz de deriz ki: Madem şu kâinat ve
mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil,
fâilsiz olmaz. Manidar bir kitap, kâtipsiz olmaz. Sanatlı bir nakış,
nakkaşsız olmaz. Elbette şu kâinatı dolduran ef’al-i hakîmanenin bir
fâili ve yeryüzünün mevsim be-mevsim tazelenen hayret-feza nukuşlarının,
manidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır.

Hem madem bir işte iki hâkimin bulunması, o işin intizamını bozuyor.
Hem madem sinek kanadından tâ semavat kandiline kadar mükemmel bir
intizam var. Öyle ise o hâkim birdir. (Bir olmazsa) çünkü her şeyde
sanat ve hikmet o derece acibdir ki o şeyin sâni’i, her bir şeye
muktedir olacak, her bir işi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak
lâzım gelir. Öyle ise bir olmazsa, mevcudat adedince ilahların bulunması
lâzım gelir. O ilahlar hem birbirine zıt hem birbirine misil olacaklar
ve o halde şu acib intizam bozulmamak, yüz bin defa muhaldir.

Hem madem şu mevcudatın tabakatı, bir ordudan bin defa daha muntazam
bir emir ile hareket ettiği bilbedahe görünüyor. Yıldızların, güneş ve
kamerin muntazaman hareketlerinden tut, tâ badem çiçeklerine kadar her
bir taife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i
Ezelî’nin o taifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve
tayin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda izhar
ediyor. Öyle ise şu kâinatın mevcudatı onun emrine bakar ve imtisal
eder, perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlak’ı vardır.

Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmane şehadetiyle hem
gösterdiği âsâr-ı haşmetle bir Sultan-ı Zülcelal’dir. Hem gösterdiği
ihsanat ile gayet Rahîm bir Rab’dir. Hem izhar ettiği güzel
sanatlarıyla, sanat-perver ve sanatını çok sever bir Sâni’dir. Hem
gösterdiği tezyinat ve merak-âver sanatlarıyla, zîşuurların nazar-ı
istihsanını âsârına celbetmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîm’dir. Hem
hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyirü’l-ukûl tezyinatın ne demek olduğunu
ve mahlukat nereden gelip nereye gideceğini, rububiyetinin hikmetiyle
zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve
Sâni’-i Alîm, rububiyetini göstermek ister.

Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i
sanat ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette
zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyatı ne olduğunu, bir mübelliğ
vasıtasıyla bildirecektir. Öyle ise zîşuurlardan birisini tayin edip
onun ile o rububiyetini ilan edecektir. Ve sevdiği sanatlarını teşhir
için bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir.
Ve o ulvi makasıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemalâtını izhar etmek
için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta dercettiği
tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i rububiyeti manasız kalmamak
için herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzarın
temaşasına neşrettiği mehasin-i sanat, faydasız ve abes kalmamak için
onlardaki makasıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem
marziyatını zîşuurlara tebliğ etmek için birisini bütün zîşuurların
fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyatını ona bildirecek, onlara
gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve şu vezaife en elyak
Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Çünkü bilfiil en mükemmel
bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve
gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise o
zat, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan
geçip bir makama girmek lâzımdır ki bütün mahlukatın Hâlık’ı ile umumî,
ulvi, küllî bir sohbet etsin. İşte mi’rac dahi bu hakikati ifade ediyor.

Elhasıl, madem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi çok
azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve
tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde, şu umumî rububiyeti,
bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı uluhiyeti, bütün hakaiki ile
görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak, o insan ile
konuşacaktır, makasıdını bildirecektir.

Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek
bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim’in küllî hitabına bizzat muhatap
olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile
muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan
olmalı, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki tâ
doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en
mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve
hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en
mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.
Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûku
olacaktır ki cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir mi’racı
olacaktır. “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i
sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib
edecektir. İşte mi’rac budur.

Yine hatıra geliyor ki:

Ey müstemi! Sen kalbinden diyorsun ki:
“Nasıl inanayım, her şeyden daha yakın bir Rabb’e binler sene mesafeyi
katedip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”

Biz de deriz ki: Cenab-ı Hak her şeye, her
şeyden daha yakındır. Fakat her şey, ondan nihayetsiz uzaktır. Nasıl ki
güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla
seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki
âyine-misal senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört
bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer
terakki etsen kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele
noktasına çıksan ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin.

Öyle de Şems-i ezel ve ebed olan Zat-ı Zülcelal her şeye her şeyden
daha yakın olduğu halde, her şey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün
mevcudatı katedip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide
binler hicablardan geçip tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır,
ondan daha ileride çok meratibi kateder. Sonra bir nevi kurbiyete
müşerref olur.

Hem mesela bir nefer, kumandan-ı a’zamın şahs-ı manevîsinden çok
uzaktır. O nefer, kumandanını onbaşılıkta gördüğü küçük bir numune ile
gayet uzak bir mesafede, manevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakiki
onun şahs-ı manevîsiyle kurbiyet ise mülazımlık, yüzbaşılık, binbaşılık
gibi çok meratib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki kumandan-ı
a’zam; emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle –sureten olduğu
gibi manen de kumandan ise– bizzat zatıyla o neferin yanında bulunur,
görür. Şu hakikat On Altıncı Söz’de gayet kat’î bir surette ispat
edildiğinden ona iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Yine hatıra gelir ki:

Sen kalbinden dersin: “Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”

Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara
söz anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşküldür. Fakat hak o kadar
parlaktır ki körler de görebildiği için biz de deriz ki:

Feza-yı ulvi, bi’l-ittifak “esîr” ile doludur. Ziya, elektrik,
hararet gibi sair seyyalat-ı latîfe, o fezayı dolduran bir maddenin
vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sümbüller
tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi şu yıldızlar
dahi bizzarure menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu,
aklın gözüne sokuyorlar.

Madem âlem-i ulvide muhtelif teşkilat var. Muhtelif vaziyetlerde
muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise o ahkâmların menşeleri olan
semavat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalp, ruh,
hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan
âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i
cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine
kadar her bir âlemin birer seması vardır.

Hem melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar
içinde küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymettar ve
nurani olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar.
Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen
kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların
denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve
muhtelifü’l-ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir. Pek kat’î
bir surette İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirimde ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى
السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, semavatın hem
vücudu hem taaddüdü ispat edildiğinden ve melaike hakkında Yirmi
Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melaikelerin
vücudunu ispat ettiğimizden onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl, esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, cazibe
gibi seyyalat-ı latîfenin medarı olmuş ve hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ
مَكْفُوفٌ işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve
Samanyolu denilen “Mecerretü’s-Sema”dan tâ en yakın seyyareye kadar,
muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, her bir tabaka âlem-i
arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer
âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza
eder.

Hem hatıra gelir ki:

Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkülat ile
tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl,
bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kateder,
gider, gelir?”

Biz de deriz: Arz gibi ağır bir cisim,
fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen
sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi, bir
senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan
taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelal; bir insanı, arşa getiremez mi?
Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbanî ile Mevlevî gibi etrafında
pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman
ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi
arş-ı Rahman’a çıkaramaz mı?

Yine hatıra gelir ki:

Diyorsun: “Haydi çıkabilir, niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse yeter.”

Biz de deriz ki: Madem Sâni’-i Zülcelal,
mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve
menbalarını temaşa ettirmek ve a’mal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini
irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan
gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temaşa eden kulağını, arşa kadar
beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan
âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübareğini dahi tâ
arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir.

Nasıl ki cennette, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü
pek çok vezaif-i ubudiyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan
cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem
cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette cennetü’l-me’va gövdesi
olan Sidretü’l-münteha’ya urûc eden Zat-ı Ahmediye (asm) ile cesed-i
mübareğini refakat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.

Yine hatıra gelir ki:

Dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir?”

Biz de deriz ki: Sâni’-i Zülcelal’in
sanatında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Mesela, savtın
süratiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefavit
olduğu malûm. Seyyaratın dahi fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki
akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda süratli olan ulvi ruhuna
tabi olmuş; ruh süratinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on
dakika yatsan bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ
bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri,
söylediği kelimatı toplansa uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla
zaman lâzımdır. Demek oluyor ki bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten,
birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin
hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür
eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz
ediyoruz ki o saatte on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de
ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış
defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış defa
daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları, hâmiseleri,
sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam azîm
bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin
dairesi, küçük saatimiz kadar olsa herhalde âşireleri sayan ibrenin
dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım
gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o
ibrenin harekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye
binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya,
saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi meşhudatça pek çok
farkları vardır. İşte zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni yahut
bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda
dahi caridir.

İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen
zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu
halde; âşire ibresine binen şahıs gibi aynı zamanda, o muayyen saatte
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner;
berk gibi bütün daire-i mümkinatı katedip, acayib-i mülk ve melekûtu
görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i
cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve
dönmüş ve öyledir.

Yine hatıra gelir ki:

Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat
her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali
olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki
hesaba gelmez. Mesela, her zînazar gözüyle yerden tâ Neptün seyyaresine
kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim aklıyla kozmoğrafya kanunlarına
binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın
ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına
atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile
arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i
Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir
dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan
melaikelerin arştan ferşe, ferşten arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve
gelmeleri vardır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir
zamanda urûc ediyorlar.

Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki bütün evliyaların
sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum
melaikenin makbulü olan Zat-ı Ahmediye’nin (asm) seyr ü sülûkuna medar
bir mi’racı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı
hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.

Üçüncü Esas

Hikmet-i mi’rac nedir?

Elcevap: Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir
ki fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki ona yetişemiyor. O
kadar incedir ve latîftir ki akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı
işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle
ki:

Şu kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve
tecelli-i ehadiyetini göstermek için kesret tabakatının müntehasından tâ
mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mi’rac ile bir ferd-i
mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün
zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve
onun nazarı ile âyine-i mahlukatında cemal-i sanatını, kemal-i
rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni’-i âlem’in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali
vardır. Cemal hem kemal, ikisi de mahbub-u lizatihîdirler. Yani bizzat
sevilirler. Öyle ise o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline
nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok
tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever çünkü masnuatının içinde
cemalini, kemalini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî,
zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun
içinde câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar
içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve
mütecelli kemalâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir.

İşte Sâni’-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i
muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı
cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten bir
meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini
istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zatı, o mebde-i evvel olan
çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde
olan bir mi’rac ile o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve
huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i
kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip
fermanıyla tavzif etmektir.

Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için iki temsil dürbünüyle tarassud edeceğiz.

Birinci temsil: On Birinci Söz’ün hikâye-i
temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi nasıl ki bir sultan-ı
zîşanın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envaı
bulunsa hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u
acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve
ıttılaı olsa; her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp
ve göstermek istemesi sırrınca elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir
meşher açmak ister ki içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına
saltanatının haşmetini hem servetinin şaşaasını hem kendi sanatının
hârikalarını hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ
cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi:
Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla
baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray
yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder.
Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i
sanatının en güzel, en latîf sanatlarıyla ziynetlendirir. Fünun ve
hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı
mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin
çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları
serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını
göstermek için onları seyre ve ziyafete davet eder.

Sonra birisini yaver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden
yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir.
O acib sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen
mahsulatın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar
getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zatını ona göstermekle
ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kendi kemalâtını ona
bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın
sâni’ini, o sarayın müştemilatıyla, nukuşuyla, acayibiyle, ahaliye tarif
etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki
sanatlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve
mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl
gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve
seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna
karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى ezel ebed Sultanı olan
Sâni’-i Zülcelal, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve
göstermek istemiştir ki şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki
her bir mevcud, pek çok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pek çok
işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının her bir isminde ne
kadar gizli manevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar
mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle
bir tarzda gösterir ki bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı
kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitap, esma ve
kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin
öşr-i mi’şarını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini
görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal,
Cemil-i Zülcelal, Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki şu âlem-i
arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faydasız olmamak için o sarayın
âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acayibin
menbalarını ve netaicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini
gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref
etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve
saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyat-ı İlahiyesine bir
mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi
çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını
göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve
sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

İşte mi’racın pek çok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin.

İkinci Temsil: Nasıl ki bir zat-ı zîfünun,
mu’ciz-nüma bir kitabı telif edip yazsa; öyle bir kitap ki her
sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latîf
manalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde
yüz kelime kadar manalar bulunsa bütün o kitabın maânî ve hakaikleri, o
kâtib-i mu’ciz-nümanın kemalât-ı maneviyesine baksa, işaret etse elbette
öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitabı,
bazılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, manasız kalıp beyhude
olmasın. Onun gizli kemalâtı zahir olup kemalini bulsun ve cemal-i
manevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acib kitabı bütün
maânîsiyle, hakaikiyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ
nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve
hakaik-i esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki bütün
mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını
bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut
eder. Bâhusus böyle her bir harfi, binler manayı tazammun eden bir
kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise o kitabı yazan, elbette onu
bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır.
Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir
ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikini ders
vermek için gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır.
Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ
münteha sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım
geliyor. İşte şu temsil ile mi’racın ulvi hikmetlerine bir derece
bakabilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale girdiğini göreceğiz. İşte hatıra geliyor ki:

Onun kalbi diyor: Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var.

Birincisi: Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?

İkincisi: O zat, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir?
Dersiniz: Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en
münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki âlem-i
ulviye çıkmak; şu âlem-i arziyedeki âsârların makinelerini, tezgâhlarını
ve netaicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?

Elcevap:

Birinci Müşkülünüz: Otuz adet Sözlerde tafsilen
halledilmiştir. Yalnız şurada Zat-ı Ahmediye’nin (asm) kemalâtına ve
delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna icmalî
işaretler nevinde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvela: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü
mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi
Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dair yüz
on dört işarî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur
iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (asm) biraz evvel, nübüvvetine ve
Âhir Zaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih
bir surette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Veladet-i Ahmediye (asm) gecesinde
Kâbe’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan
Eyvan’ı inşikak etmesi gibi irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe
meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi
ve camide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden
dolayı müfarakat-ı Ahmediyeden (asm) deve gibi enîn ederek ağlaması وَ
انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile şakk-ı kamer gibi muhakkiklerin
tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer
gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı
hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelatının şehadetiyle
secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede; ve
din-i İslâm’daki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âlî
hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat
tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşareti’nde işaret
edildiği gibi uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine
mukabil, en a’zamî bir derecede Zat-ı Ahmediye (asm) dinindeki a’zamî
ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.

Hem Hâlık-ı âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile
göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en
güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zattır.

Hem Sâni’-i âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i sanatı üzerine
enzar-ı dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek
bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zattır.

Hem bütün âlemlerin Rabb’i, kesret tabakatında vahdaniyetini ilan
etmek istemesine mukabil –tevhidin en a’zamî bir derecede– bütün
meratib-i tevhidi ilan eden yine bizzarure o zattır.

Hem Sahib-i âlem’in nihayet derecede âsârındaki cemalin işaretiyle,
nihayetsiz hüsn-ü zatîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini
âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek
istemesine mukabil; en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren
ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedahe o zattır.

Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizeleri ile ve gayet
kıymettar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir
istemesi ve onlarla kemalâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine
mukabil; en a’zamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif
edici yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva-ı acayip ve ziynetlerle
süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlukatını seyir ve tenezzüh
ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak
onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve
tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve
inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla
rehberlik eden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülatındaki maksat
ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden?
Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi
vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir
surette ve en a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o
tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, bütün güzel masnuatıyla kendini
zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara
sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyatı ve
arzu-yu İlahiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine
mukabil, en a’lâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyat ve
arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zattır.

Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir
vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya
ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir
rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek
istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an
vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini
en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zattır.

İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref
olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan
içinde geçmiş vezaifi en a’zamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa
eden zat; elbette o mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i
ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i
gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian: Bilmüşahede şu masnuatta gayet güzel
tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle
tahsinat ve tezyinat, onların Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i
tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve
tezyin ise bizzarure o Sâni’de sanatına karşı kuvvetli bir rağbet ve
kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi’ ve
letaif-i sanatı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini
sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip istihsan
eden, bilbedahe o sanat-perver ve sanatını çok seven Sâni’in nazarında
en ziyade mahbub, o olacaktır.

İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı
ışıklandıran letaif ve kemalâta karşı “Sübhanallah, Mâşâallah, Allahu
ekber” diyerek semavatı çınlattıran ve Kur’an’ın nağamatıyla kâinatı
velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile tefekkür ve teşhir ile zikir
ve tevhid ile berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede o zattır.

İşte böyle bir zat ki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin
işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum
ümmetinin salavatı, onun manevî kemalâtına imdat veren ve risaletinde
gördüğü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve
muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zat, elbette
mi’rac merdiveniyle cennete, Sidretü’l-münteha’ya, arşa ve Kab-ı
Kavseyn’e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima’daki insan! Şu
ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki akıl
ona ne ulaşır ne de yanaşır; illâ nur-u iman ile görünür. Fakat bazı
temsilat ile o hakikatin vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze
takribe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere
manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i
süflînin; anâsır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat
çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar
hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da cari
olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu
şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek
ki âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını
câmi’ olsun. Çünkü binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın
çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok.
Öyle ise ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine
şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin
muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta
meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan ispat edildiği
üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini
celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden
ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle
kendine baktıran meyve ise Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmdır.
Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında cismini
giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Ey müstemi! Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden
halk olunmasını istib’ad etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam
ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelal,
şu kâinatı “Nur-u Muhammedî”den aleyhissalâtü vesselâm nasıl halk
etmesin veya edemesin?

İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûba gibi gövdesi ve kökü yukarıda,
dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i
aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var.

İşte mi’rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve suretidir ki: Zat-ı
Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş,
risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i
ümmeti, ruh ve kalp ile o cadde-i nuranide, mi’rac-ı Nebevînin
gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye
çıkıyorlar.

Hem sâbıkan ispat edildiği üzere şu kâinatın Sâni’i, birinci işkâlin
cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış
ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediye (asm) olduğu
için kâinattan evvel Sâni’-i kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en
evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi,
semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir.
Halbuki Zat-ı Ahmediye (asm) hem en mükemmel meyve hem bütün meyvelerin
medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel
tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü Müşkülün o kadar geniştir ki bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

Evet, âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i
ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının
netaic-i a’malleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avâlim-i
ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat cennetin meyveleri suretine,
seyyiat ise cehennemin zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve
pek çok rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm’in
iktizasıyla beraber, Kur’an-ı Hakîm’in işaratı gösteriyor. Evet, zeminin
yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşaub etmiş ki
bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pek çok fevkinde ecnas-ı mahlukat
ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup
boşalır.

İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri elbette küllî
kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki o küllî kanunlar, o küllî
tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve safi
ve her biri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu
hükmünde olan semavattır ki o âlemlerin birisi de Sidretü’l-münteha’daki
cennetü’l-me’vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o cennetin meyveleri
suretinde (Muhbir-i Sadık’ın ihbarıyla) temessül ettiği sabittir. İşte
bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netaic ve semeratın mahzenleri
oralardadır ve mahsulatı o tarafa gider.

Deme ki: Havaî bir “Elhamdülillah” kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i cennet olur?

Çünkü sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin, bazen rüyada
güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir
şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen murdar bir et suretinde sana
yedirirler. Öyle ise şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve
çirkin sözlerin, meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette
yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.

Dördüncü Esas

Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevap: Şu şecere-i tûba-i maneviye olan mi’racın beş yüzden fazla meyvelerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikini göz ile
görüp melaikeyi, cenneti, âhireti, hattâ Zat-ı Zülcelal’i göz ile
müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve
ebedî bir hediye getirmiştir ki şu kâinatı, perişan ve fâni ve
karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile o
kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i cemal-i Zat-ı Ehadiye
vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip
mesrur etmiş.

Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir,
hâcatı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i
dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde
bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir
nüsha-i câmiası ve Sultan-ı ezel ve ebed’in bir muhatabı, bir abd-i
hâssı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi
ve cennet-i bâkiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikisinde
göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir
şevk vermiştir.

İkinci Meyve: Sâni’-i mevcudat ve Sahib-i kâinat ve
Rabbü’l-âlemîn olan Hâkim-i ezel ve ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan
İslâmiyet’in –başta namaz olarak– esasatını, cin ve inse hediye
getirmiştir ki o marziyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-averdir
ki tarif edilmez. Çünkü herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut
muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve
anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşke bir vasıta-i
muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim. Benden ne
istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der.

Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal
ve kemalât, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda
nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan
beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda
hâhişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zat-ı Ahmediye (asm) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı ezel
ve ebed’in marziyatını doğrudan doğruya mi’rac semeresi olarak
hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki biri
gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa
ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir
Mâlikü’l-mülk’ün memleketinde geziyor ki kamer, bir sinek gibi küre-i
arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında
uçar. Şems, binler lambalar içinde bir lambadır ki o Mâlikü’l-mülki
Zülcelal’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder.

İşte Zat-ı Ahmediye (asm) öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve
acayib-i sanatını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş,
beşere söylemiş. İşte beşer, bu zatı kemal-i merak ve hayret ve
muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket
ettiğini anlarsın.

Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp,
anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, mi’rac
vasıtasıyla ve kendi gözüyle cenneti görmüş ve Rahman-ı Zülcemal’in
rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi
kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini
cin ve inse hediye etmiştir ki bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada
ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve
harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan
vaziyet-i mevhume-i can-hıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde,
ne kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm
zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar
saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun
affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir.
Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet
ver.

Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi
aldığı gibi o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse
hediye getirmiştir ki o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve
olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani her kalp sahibi bir insan;
zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zatı sever. Ve o sevmek dahi cemal ve
kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine
gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa
görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün
mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına
nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz.

Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve
nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali ve’l-kemal’in saadet-i
ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı
sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymettar bir meyvesi
ve Sâni’-i kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, mi’rac ile anlaşılmış ve o
meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve
âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama
çıkarır ki kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahir veriyor.
Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mesudiyetkârane veriyor ki tasvir edilmez.
Çünkü âdi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur.

Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima
yiyen bîçare insana; birden ebedî, bâki bir cennette, Rahîm ve Kerîm
bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’atinde, aklın
cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe,
seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi saadet-i ebediyede rü’yet-i
cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş
bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde
hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan zata deriz ki:

İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve müslim gözlerini
tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini
göstereceğiz.

Mesela: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz.
Görüyoruz ki her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf
müthiş cenazelerle dolu, işitilen sesler yetimlerin ağlayışı,
mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz
vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o
müjde ile bize yabancı olanlar ahbap şekline girse düşman gördüğümüz
kimseler, kardeşler suretine dönse o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda,
zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse o yetimane
ağlayışlar, senakârane “yaşasın”lar hükmüne girse ve o ölümler ve o
soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse kendi sürurumuz ile beraber,
herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu
elbette anlarsın.

İşte mi’rac-ı Ahmediyenin (asm) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel,
şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalaletle bakıldığı vakit; yabancı,
muzır, müz’iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze, ecel
herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve
zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalaletin öyle tasvir ettiği
hengâmda; meyve-i mi’rac olan hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı
sana kardeş, dost ve Sâni’-i Zülcelal’ine zâkir ve müsebbih; ve mevt ve
zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadâlar, birer
tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek
istersen İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

İkinci Temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir
mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan
elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve
ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zat, o karanlık
perdesinden geçip; sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi
bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş,
gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş
bir yerde bizi koysa ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat
içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve
bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali;
müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek
kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur.

İşte semere-i mi’rac olan marziyat-ı İlahiye ile şu dünya, gayet
kerîm bir zatın misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri,
memurları, istikbal dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve
saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin
bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istima’da olan zat diyor ki:
“Cenab-ı Hakk’a yüz binler hamd ve şükür olsun ki ilhaddan kurtuldum,
tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemal-i imanı kazandım.”

Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şefaatine mazhar etsin, âmin!

Kaynak: B.Said Nursi, Sözler Kitabı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları