MUSİBET, SABIR VE DUA

Bediüzzaman Said Nursi tarafından yazılan Risale-i Nur adlı Kur’an tefsirinin Lemalar adlı kitabında yer alan bu ders; Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresini beyan eder. اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini beş nükte ile tefsir edip, bütün musibetzedelere manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir ilaç hükmünde bir risaledir. Bu risale, maddî musibetleri ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.

İkinci Lem’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

Sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın şu münâcatı hem
mücerreb hem tesirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler
münâcatımızda رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ
الرَّاحِمٖينَ demeliyiz. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın meşhur kıssasının
hülâsası şudur ki:

Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm
mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra
yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman,
zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalp ve lisanına
iliştikleri için o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi
istirahati için değil belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: “Yâ Rab!
Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel
veriyor.” diye münâcat edip Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız,
lillah için o münâcatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i
âfiyetini ihsan edip enva-ı merhametine mazhar eylemiş. İşte bu Lem’a’da
beş nükte var.

Birinci Nükte

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili,
bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe
bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı
görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir
şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın
yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî
yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O
münâcat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.

Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalp ve
lisanına ilişmişler; öyle de bizleri, günahlardan gelen yaralar ve
yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü billah) mahall-i iman
olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın
zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak
susturuyorlar.

Evet, günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı
çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir
yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt değil belki
küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının
ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona
çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem mesela, cehennem azabını intac eden büyük bir günahı işleyen bir
adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper
almazsa bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir
emare ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem mesela, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine
getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik
yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı ezel ve
ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük
bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki:
“Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî
adâvet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe,
vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse kat’î bir delil gibi ona yapışmaya
meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki
inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye
mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş manevî
sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın
ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza… Bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ
رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.

İkinci Nükte

Yirmi Altıncı Söz’de sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi musibet
ve hastalıklarda insanların şekvaya üç vecihle hakları yoktur.

Birinci Vecih: Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud
libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud
libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder;
muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi
Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor. Ve hâkeza… مَالِكُ الْمُلْكِ
يَتَصَرَّفُ فٖى مُلْكِهٖ كَيْفَ يَشَٓاءُ

İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla
tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir,
tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki
hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe
yakındır ve ona gider.

Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve
dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı
hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî
olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık
oluyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne
getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet
kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede
zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine ilticakârane teveccüh edip,
onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya
giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse
o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun
bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet
hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde
bir zatın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar
edildi: “Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne
geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.

Üçüncü Nükte

Bir iki Söz’de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını
düşünse kalbine ve lisanına ya “âh” veya “oh” gelir. Yani ya teessüf
eder, ya “Elhamdülillah” der.

Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş’et
eden manevî elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazen muvakkat
bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf
akıtıyor.

Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neş’et eden
manevî ve daimî lezzet “Elhamdülillah” dedirtir. Bu fıtrî haletle
beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa
ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse
sabırdan ziyade, şükreder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى
الْكُفْرِ وَ الضَّلَالِ demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki:
“Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü
nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil belki uzun bir
ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.

Dördüncü Nükte

Yirmi Birinci Söz’ün Birinci Makam’ında beyan edildiği gibi: Cenab-ı
Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her
musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın
gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi
ve müstakbele dağıtıp hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez,
şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem
çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış;
elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı
kalmış. Bundan şekva değil belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir.
Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni
ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mesud bir nevi ömür hükmüne geçer.
Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı
dağıtmak, divaneliktir.

Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği
hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva
etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım.” diye
bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir
divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve
hastalıkları düşünüp şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık
göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir
belâhettir ki hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selbediyor.

Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakati selbeder.

Birinci Harb-i Umumî’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir
zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi:
“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım.” diye acı bir şikayet
etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün
hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek
günler ise madem daha gelmemişler. Rabb’in olan Rahmanu’r-Rahîm’in
rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud
rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir.
Divane bir kumandan gibi yapma ki sol cenah düşman kuvveti, onun sağ
cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki
düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini
sağa sola dağıtıp merkezi zayıf bırakıp, düşman edna bir kuvvet ile
merkezi harap eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün
kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı
uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü, uzun ve bâki bir surete çevirdiğini
düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.

O da tamamıyla bir ferah alarak: “Elhamdülillah” dedi “Hastalığım ondan bire indi.”

Beşinci Nükte

Üç meseledir.

Birinci Mesele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine
gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye
iltica edip feryat etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler,
hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir.

Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp
onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır,
memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki İlahî birer
ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı
gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur
vermektir.

Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet
değil belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır
ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın
titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua
etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman
ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci
maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet
etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica
edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki
mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.

Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye
rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda “Âh! Of!”
edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır.
Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden,
rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal
etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Öyle de musibete giriftar olan
adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti
ikileştiriyor.

İkinci Mesele: Maddî musibetleri büyük gördükçe
büyür, küçük gördükçe küçülür. Mesela, gecelerde insanın gözüne bir
hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse
kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri,
lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla
ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek
kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad
eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla
izale etse bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet, hafifleşe
hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için
bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

Eğer bela vereni buldunsa safa-ender, atâ-ender beladır bil.

Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet
musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile
musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Üçüncü Mesele: Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet
zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta
bela, bela değil belki bir lütf-u İlahîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı
ve sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla)
bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda
bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor.

Çünkü hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise görüyorum, emsallerine
nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var.
Ondan anlıyorum ki öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil,
bir nevi nimet-i İlahiyedir. Çünkü çendan o hastalık onun dünyevî, fâni,
kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor. Fakat onun ebedî hayatına
faydası dokunuyor, bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa,
gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini
muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

Hâtime

Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için
insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz
nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki
hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi hadsiz cihetlerle de lezzetler
alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer
âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı
ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i
İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle
cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi’ emirler,
nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder.
İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile sair müheyyic ve
muharrik arızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir,
tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve zaaf ve fakr
madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil belki her bir azanın
lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o arızalar
ile ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur.
Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar,
esma-i İlahiyeye bir ilanname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye
hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.

AKTİF KAYNAK LİNK: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/