NAMAZ VE DİĞER İBADETLERDE RAHATSIZLIK VEREN VESVESELERİN ÇARESİ NEDİR?

Namaz kılarken ve diğer ibadetleri yaparken vesvese marazına maruz kalanların bu sıkıntılarının giderilmesi için Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri tarafından yazılan 21. Sözün ikinci makamı başlıklı dersi sunuyoruz. Eserleri Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı Yayınları tarafından da basılan Bediüzzaman Hazretleri’nin bu önemli ders, şeytanın çok istimal ettiği mühim desiselerini iptal ediyor. Ve vesvesesi ile mü’minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI

SÖZLER KİTABI

Yirmi Birinci Söz’ün İkinci Makamı

Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

Ey maraz-ı vesvese ile müptela! Biliyor musun vesvesen neye benzer?
Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner.
Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen küçülür. Korksan
ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini
bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider.
Öyle ise şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesîresinden kesîrü’l-vuku olan
yalnız beş vechini beyan edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur. Zira
şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tard eder.
Tanımazsan gelir, tanısan gider.

Birinci Vecih

Birinci yara, şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalp kabul
etmezse şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis
hatıraları ve münafî-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!”
dedirtir, yeise düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabb’ine
karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder.
Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.

Bu yaranın merhemi budur:

Bak ey bîçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünkü senin hatırına gelen
şetim değil belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi
tahayyül-ü şetim dahi şetim değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm
değildir. Şetim ise hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin
kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve
müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor.
Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm
etmekle kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü hakikat
tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü,
ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği
odur.

İkinci Vecih

Budur ki: Manalar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak
hayale girerler, oradan suretleri giyerler. Hayal ise her vakit bir
sebep tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin
suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse ya ona giydirir ya
takar ya bulaştırır ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz
iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur fakat temas var.
Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne
kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefis, beni matrud eder.”
Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.

Şu yaranın merhemi şudur:

Dinle ey bîçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi
olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve
bozmaz. Öyle de maânî-i mukaddesenin suret-i mülevveseye mücavereti
zarar etmez. Mesela, sen âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir
maraz, ya bir iştiha ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin
hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hâcetin
levazımatını görecek, bakacak, onlara münasip süflî suretleri
nescedecek. Ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne
beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız
hatar ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

Üçüncü Vecih

Budur ki: Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hattâ
hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat
bulunur veya senin hayalin, meşgul olduğu sanata göre o ipleri yapmış,
onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münasebettendir ki bazen bir
mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir.

Fenn-i beyanda beyan olunduğu gibi “Hariçte uzaklık sebebi olan
zıddiyet ise hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani iki zıddın suretlerinin
cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen
tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. Mesela, sen namazda, münâcatta,
Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde iken âyâtı tefekkürde olduğun bir
halde; şu tedai-yi efkâr, seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevk
eder.

Senin başın, böyle bir tedai-yi efkâra müptela ise sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. “Aman ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma. Tâ o zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabîlerde daha galiptir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir.

Şu yaranın merhemi şudur ki:

Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem
tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın
keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki
şeytan ile melek-i ilham, kalp taraflarında mücaveretleri var ve füccar
ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de
tedai-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın
içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla
ziyade meşgul olsa. Hem bazen kalp yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek
için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri
önüne serpiyor, sürüyor.

Dördüncü Vecih

Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki takva
zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır
ki o adam amelin daha evlâsını ararken harama düşer. Bazen bir sünnetin
araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der,
iade eder. Bu hal devam eder. Gayet yeise düşer. Şeytan şu halinden
istifade eder, onu yaralar.

Şu yaranın iki merhemi var:

Birinci merhem: Bu gibi vesvese Ehl-i İtizal’e
lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi
zatında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş
veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve
hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubuh zatîdir; emir ve nehy-i
İlahî ona tabidir.” Bu mezhebe göre insan, her işlediği amelde şöyle bir
vesvese gelir: “Acaba amelim nefsü’l-emirdeki güzel surette yapılmış
mıdır?”

Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak
bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek
emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubuh
mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubuh
ise surî ve dünyaya bakan yüzünde değil belki âhirete bakan yüzdedir.

Mesela, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve
abdestini fesada verecek bir sebep, nefsü’l-emirde varmış. Lâkin sen ona
hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir hem
hasendir. Mutezile der: “Hakikatte kabih ve fâsiddir. Lâkin senden kabul
edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin ve özrün var.” Öyle ise Ehl-i Sünnet
mezhebine göre, zahir-i şeriata muvafık olarak işlediğin ameline:
“Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de;
gururlanma, ucbe girme.

İkinci merhem: Dinde harec yoktur. لَا حَرَجَ فِى
الدّٖينِ Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i
kusur ise gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine –böyle vesveseli
adama– müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp
gurura düşmektense amelini kusurlu görse, istiğfar etse daha evlâdır.

Madem böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir
harecdir. Hakikat-i hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir.
لَا حَرَجَ فِى الدّٖينِ § اَلدّٖينُ يُسْرٌ esasına muhaliftir. Elbette
böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem
lâekall ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı vechile eda
edemediğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip
kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir
niyaza vesiledir.

Beşinci Vecih

Mesail-i imaniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli
adam, bazen tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani hayale gelen bir
şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip itikadına halel gelmiş
zanneder. Hem bazen tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir
şek zanneder. Hem bazen tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye
girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazen bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür
zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin
cevelanını ve tetkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-ı iman
zanneder.

İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek “Eyvah!
Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş.” der. O haller, galiben
ihtiyarsız olduğundan cüz-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden yeise
düşer.

Bu yaranın merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi tevehhüm-ü küfür dahi küfür
değildir. Tasavvur-u dalalet, dalalet olmadığı gibi tefekkür-ü dalalet
dahi dalalet değildir. Çünkü hem tahayyül hem tevehhüm hem tasavvur hem
tefekkür; tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.
Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar.
Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an, öyle değiller.
Bir mizana tabidirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür nasıl
ki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de şüphe ve tereddüt sayılmazlar.
Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse o vakit
hakiki bir nevi şüphe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarafane muhakeme
namıyla veya insaf namına deyip şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle
bir hale gelir ki ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcib
olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın
bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.

Şu nevi vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zatî
ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani bir şeyi zatında
mümkün görse o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder.
Halbuki ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki imkân-ı zatî ise yakîn-i
ilmîye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Mesela, şu
dakikada Karadeniz’in yere batması, zatında mümkündür ve o imkân-ı zatî
ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu
hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı
zatî, bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Mesela, şu
güneş zatında mümkündür ki bugün gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin.
Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.

İşte bunun gibi mesela, hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin
gurûbuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zatî cihetinde gelen
vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem لَا عِبْرَةَ لِلْاِحْتِمَالِ
الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلٖيلٍ yani “Bir delilden neş’et etmeyen bir
ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur.” olan kaide-i meşhure hem usûlü’d-din
hem usûlü’l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.

Eğer desen: Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?

Elcevap: İfrata varmamak hem galebe
çalmamak şartıyla asl-ı vesvese; teyakkuza sebeptir, taharriye dâîdir,
ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehavünü def’eder. Onun için
Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir
kamçı-yı teşvik olarak vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına
vuruyor. Şayet ziyade incitse Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli ‌اَعُوذُ
بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ‌ demeli.

***

KAYNAK: http://www.hizmetvakfi.org

AKTİF KAYNAK LİNK:http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/