PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED’İN SÜNNETLERİ İLE İLGİLİ OKUNMASI GEREKLİ ÖNEMLİ BİR ESER

“Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakîm’de: وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ ferman eder. Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka (r.anha) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu’l-Kur’an” diye tarif ediyorlardı. Yani Kur’an’ın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Ve o mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur. İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.” Bediüzzaman

Asrımızın önemli din alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; Risale-i Nur Külliyatı içinde Lem’alar kitabında Onbirinci lem’a bölümünde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) in Sünnetleri ile ilgili günümüz insanının kafasını karıştıran pek çok konuya açıklık getirip cevap vermiştir.

SÜNNET-İ SENİYYE RİSALESİ OLARAK DA ADLANDIRILAN BU ÖNEMLİ ESERİN TAMAMINI SUNUYORUZ

*************

ON BİRİNCİ LEM’A

Mirkatü’s-Sünneti ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ

Şu âyetin Birinci Makamı, Minhacü’s-Sünnet; İkinci Makamı, Mirkatü’s-Sünnettir.

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

Bu iki âyet-i azîmenin yüzer nüktesinden on bir nüktesi icmalen beyan edilecek.

Birinci Nükte

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: مَنْ تَمَسَّكَ
بِسُنَّتٖى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُ اَجْرُ مِأَةِ شَهٖيدٍ Yani
“Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse yüz şehidin
ecrini, sevabını kazanabilir.”

Evet sünnet-i seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan
bid’aların istilası zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade
kıymettardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında sünnet-i seniyenin küçük
bir âdabına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı
ihsas ediyor. Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem
aleyhissalâtü vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir
huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder.

Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdabında
sünnet-i seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel,
sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ittibaını düşünüyor ve şeriatın
bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına
gelir. Ve ondan Şâri’-i Hakiki olan Cenab-ı Hakk’a kalbi müteveccih
olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

İşte bu sırra binaen sünnet-i seniyeye ittibaı kendine âdet eden,
âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir.

İkinci Nükte

İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (ra) demiş ki: “Ben seyr-i ruhanîde
kat’-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak en haşmetli en
letafetli en emniyetli; sünnet-i seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat
ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmî evliyaları, sair
tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu.” Evet, müceddid-i
elf-i sânî İmam-ı Rabbanî (ra) hak söylüyor.

Sünnet-i seniyeyi esas tutan, Habibullah’ın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.

Üçüncü Nükte

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda,
rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet müthiş ve manevî
bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh
süreyyadan serâya, kâh serâdan süreyyaya kadar bir sukut ve suud
içerisinde çalkanıyorlardı.

İşte o zaman müşahede ettim ki sünnet-i seniyenin meseleleri, hattâ
küçük âdabları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenameli birer
pusula gibi hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde
görüyordum.

Hem o seyahat-i ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler
yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyenin o
vaziyete temas eden meselelerine ittiba ettikçe, benim bütün
ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle
tereddütlerden ve vesveselerden, yani “Acaba böyle hareket hak mıdır,
maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum.

Ne vakit elimi çektiysem bakıyordum: Tazyikat çok. Nereye gittikleri
anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da
kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor,
selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir
halet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü
bilmüşahede tasdik ettim.

Dördüncü Nükte

Bir zaman rabıta-i mevtten ve اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesindeki
tasdikten ve âlemin zeval ve fenasından gelen bir halet-i ruhiyeden
kendimi acib bir âlemde gördüm. Baktım ki ben bir cenazeyim, üç mühim
büyük cenazenin başında duruyorum.

Birisi: Benim hayatımla alâkadar ve mazi kabrine
giren zîhayat mahlukatın heyet-i mecmuasının cenaze-i maneviyesi başında
bir mezar taşı hükmündeyim.

İkincisi: Küre-i arz
mezaristanında, nev-i beşerin hayatıyla alâkadar enva-ı zîhayatın
heyet-i mecmuasının mazi mezarına defnedilen azîm cenazenin başında
bulunan, mezar taşı olan bu asrın yüzünde çabuk silinecek bir nokta ve
çabuk ölecek bir karıncayım.

Üçüncüsü: Şu kâinatın kıyamet vaktinde ölmesi
muhakkaku’l-vuku olduğu için nazarımda vaki hükmüne geçti. O azîm
cenazenin sekeratından dehşet ve vefatından beht ve hayret içinde
kendimi görmekle beraber, istikbalde de muhakkaku’l-vuku olan vefatım, o
zaman vuku buluyor gibi göründü ve فَاِنْ تَوَلَّوْا … اِلٰى اٰخِرِ
sırrıyla bütün mevcudat, bütün mahbubat, benim vefatımla bana arkalarını
çevirip beni terk ettiler, yalnız bıraktılar. Hadsiz bir deniz suretini
alan ebed tarafındaki istikbale ruhum sevk ediliyordu. O denize ister
istemez atılmak lâzım geliyordu.

İşte o pek acib ve çok hazîn halette iken, iman ve Kur’an’dan gelen
bir mededle فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا
هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ âyeti
imdadıma yetişti ve gayet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti.
Ruh, kemal-i emniyetle ve sürurla o âyetin içine girdi. Evet, anladım
ki âyetin mana-yı sarîhinden başka bir mana-yı işarîsi, beni teselli
etti ki sükûnet buldum ve sekinet verdi.

Evet, nasıl ki mana-yı sarîhi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma
der: “Eğer ehl-i dalalet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz
edip Kur’an’ı dinlemeseler merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana
kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri
yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir. Ne âsiler, hududundan
kaçabilirler ve ne de istimdad edenler mededsiz kalırlar!”

Öyle de mana-yı işarîsiyle der ki: “Ey insan ve ey insanın reisi ve
mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe giderse,
eğer zîhayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer
insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve
dalalet seni dinlemeyip zulümata düşerse merak etme! De ki: Cenab-ı Hak
bana kâfidir. Madem o var, her şey var. Ve o halde, o gidenler ademe
gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o
arş-ı azîm sahibi, nihayetsiz cünud u askerinden başkalarını gönderir.
Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların
bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalalete düşenlere bedel,
tarîk-ı hakkı takip edecek mutî kullarını gönderebilir. Madem öyledir, o
her şeye bedeldir. Bütün eşya, bir tek teveccühüne bedel olamaz!” der.

İşte şu mana-yı işarî vasıtasıyla; bana dehşet veren üç müthiş
cenaze, başka şekil aldılar. Yani hem Hakîm hem Rahîm hem Âdil hem Kadîr
bir Zat-ı Zülcelal’in taht-ı tedbir ve rububiyetinde ve hikmet ve
rahmeti içinde hikmet-nüma bir seyeran, ibret-nüma bir cevelan,
vazifedarane bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir, bir terhis ve
tavziftir ki böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor!..

Beşinci Nükte

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek
kat’î bir surette ilan ediyor. Evet, şu âyet-i kerîme, kıyasat-ı
mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir
kıyasıdır. Şöyle ki:

Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: “Eğer güneş
çıksa gündüz olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise
netice veriyor ki şimdi gündüzdür.” Menfî netice için deniliyor:
“Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu
müsbet ve menfî iki netice kat’îdirler.

Aynen böyle de şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz
varsa Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki:
Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa netice verir ki
Habibullah’ın sünnet-i seniyesine ittibaı intac eder.

Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat
yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe
Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.

Evet, bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerîm-i
Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve
bedihîdir.

Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı sanatla tezyin eden o Zat-ı
Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini
kendine muhatap ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır.

Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına
mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve
izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve sanatının en câmi’ ve en
mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, her halde en ekmel bir
vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i
imtisal edip herkesi onun ittibaına sevk edecek, tâ ki o güzel vaziyeti
başkalarında da görünsün.

Elhasıl: Muhabbetullah, sünnet-i seniyenin
ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki sünnet-i
seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki sünnet-i
seniyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.

Altıncı Nükte

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ

Yani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ sırrı ile kavaid-i
şeriat-ı garra ve desatir-i sünnet-i seniye, tamam ve kemalini bulduktan
sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ,
nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalalettir, ateştir.

Sünnet-i seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terk edilmez. O
kısım, şeriat-ı garrada tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır,
hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevafil nevindendir. Nevafil
kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi sünnet-i seniye
kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş. Onların
tağyiri bid’attır. Diğer kısmı “âdab” tabir ediliyor ki siyer-i seniye
kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat
âdab-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki
edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise örf ve âdât ve muamelat-ı
fıtriyede Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tevatürle malûm olan
harekâtına ittiba etmektir.

Mesela, söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi
hâlâtın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok
sünnet-i seniyeler var. Bu nevi sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o
âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir, o âdabdan mühim bir feyz
alır. En küçük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı
tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.

Sünnet-i seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve
şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye
nevinden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet
umumen istifade ettiği gibi onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu
nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nâfile nevinden de olsa şahsî
farzlardan daha ehemmiyetlidir.

Yedinci Nükte

Sünnet-i seniye, edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki altında bir nur,
bir edep bulunmasın! Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:
اَدَّبَنٖى رَبّٖى فَاَحْسَنَ تَاْدٖيبٖى Yani “Rabb’im bana edebi, güzel
bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat
eden ve sünnet-i seniyeyi bilen, kat’iyen anlar ki: Edebin envaını,
Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun sünnet-i seniyesini terk eden,
edebi terk eder. بٖى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine
mâsadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.

Sual: Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey
ondan gizlenemeyen Allâmü’l-guyub’a karşı edep nasıl olur? Sebeb-i
hacalet olan haletler, ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür,
mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-guyub’a karşı tesettür
olamaz?

Elcevap:

Evvela: Sâni’-i Zülcelal nasıl ki kemal-i
ehemmiyetle sanatını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri
perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek
cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de mahlukatını ve ibadını
sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde
görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı
bir nevi isyan ve hilaf-ı edep oluyor.

İşte sünnet-i seniyedeki edep, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.

Sâniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında
bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona
gösterilir. Hilaf-ı edep denilmez. Belki edeb-i tıp öyle iktiza eder,
denilir. Fakat o tabip, recüliyet unvanıyla yahut vaiz ismiyle yahut
hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edep fetva
veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır.

Öyle de Sâni’-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir
cilvesi var. Mesela “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi,
kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi “Cemil” ismi de çirkinliği
görmek istemez. “Latîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm” gibi esma-i cemaliye ve
kemaliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en
iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esma-i cemaliye ve kemaliye
ise melaike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini,
mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek
isterler.

İşte sünnet-i seniyedeki âdab, bu ulvi âdabın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.

Sekizinci Nükte

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ dan evvelki olan لَقَدْ
جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ … اِلٰى اٰخِرِ âyeti, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü
vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetini
gösterdikten sonra, şu فَاِنْ تَوَلَّوْا âyetiyle der ki: “Ey insanlar!
Ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin
menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve manevî yaralarınız için
kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyesiyle tedavi edip
merhem vuran şefkat-perver bir zatın bedihî şefkatini inkâr etmek ve göz
ile görünen re’fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve
tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne
kadar akılsızlık olduğunu biliniz!”

“Ve ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebi! Eğer senin bu azîm
şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka
verip dinlemeseler merak etme! Semavat ve arzın cünudu taht-ı emrinde
olan, arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zat-ı
Zülcelal sana kâfidir. Hakiki mutî taifeleri, senin etrafına
toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul
ettirir!”

Evet, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele
yoktur ki müteaddid hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve
aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu davanın ispatına da hazırım.
Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, sünnet-i
Ahmediyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri, ne kadar
hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne
geçmiştir. Eğer bu mevzuya dair iktidar olsa, yazılsa yetmiş değil belki
yedi bin risale o hikmetleri bitiremeyecek.

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki
mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve
akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi’ birer
devadır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler
tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir
derece risalelerde ihsas ettiğimi ilan ediyorum. Bu davamda tereddüt
edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

İşte böyle bir zatın sünnet-i seniyesine elden geldiği kadar ittibaa
çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve
hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

Dokuzuncu Nükte

Sünnet-i seniyenin her bir nevine tamamen bilfiil ittiba etmek,
ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da
bi’n-niyet, bi’l-kasd taraftarane ve iltizamkârane talip olmak, herkesin
elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve
ubudiyetteki müstehab olan sünnet-i seniyenin terkinde günah olmasa
dahi büyük sevabın zayiatı var. Tağyirinde ise büyük hata vardır. Âdât
ve muamelattaki sünnet-i seniye ise ittiba ettikçe o âdât, ibadet olur.
Etmese itab yok. Fakat Habibullah’ın âdab-ı hayatiyesinin nurundan
istifadesi azalır.

Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise اَلْيَوْمَ
اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ sırrına münafî olduğu için merduddur. Fakat,
tarîkatta evrad ve ezkâr ve meşrepler nevinden olsa ve asılları Kitap
ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette
olmakla beraber, mukarrer olan usûl ve esasat-ı sünnet-i seniyeye
muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım
ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid’aya dâhil edip fakat “bid’a-i
hasene” namını vermiş.

İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sânî (ra) diyor ki: “Ben seyr-ü
sülûk-u ruhanîde görüyordum ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan
mervî olan kelimat nurludur, sünnet-i seniye şuâı ile parlıyor. Ondan
mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit,
üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil
gelmiyordu. Bundan anladım ki sünnet-i seniyenin şuâı, bir iksirdir. Hem
o sünnet, nur isteyenlere kâfidir, hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur.”

İşte böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zatın bu hükmü
gösteriyor ki: Sünnet-i seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve
kemalâtın madeni ve menbaıdır.

اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَ السُّنَّةِ السَّنِيَّةِ

رَبَّنَٓا اٰمَنَّا بِمَٓا اَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدٖينَ

Onuncu Nükte

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünkü çok cümleler, bu üç cümlenin
içinde dercedilmiştir. Şöyle ki şu âyet diyor ki “Allah’a (Celle
Celalühü) imanınız varsa elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı
seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise
Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise ona ittiba
etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz
Allah’ı seversiniz tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir.
Demek oluyor ki insan için en mühim âlî maksat, Cenab-ı Hakk’ın
muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki o
matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve sünnet-i seniyesine
iktidadır. Bu makamda üç nokta ispat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.

Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık’ına
karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı
beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve
ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o
muhabbet tezayüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider. Hem bu
küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet,
kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane
hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki kalb-i
insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz
bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, kâinatta
tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i
mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u sanatıyla bizzarure sübutu
tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden
hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bi’l-yakîn ve belki bilmüşahede
vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zîşuurların en
câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden,
hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.

Evet her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete
müstaid olduğu gibi o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve
ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstahaktır. Hattâ insan-ı
mü’minde hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve
mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o istidad-ı
muhabbet-i İlahiyenin tereşşuhatıdır. Hattâ insanın mütenevvi
hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı muhabbetin istihaleleridir ve başka
şekillere girmiş reşhalarıdır.

Malûmdur ki insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi alâkadar
olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan
kurtaranı sevdiği gibi sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

İşte bu halet-i ruhiyeye binaen insan, eğer her insana ait enva-ı
ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki benim Hâlık’ım, beni
zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı
bana verdiği gibi; ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden
ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi
bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade
edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zahirî ve bâtınî hâsseleri,
duyguları bana in’am ettiği gibi çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum
bütün akarib ve ahbap ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara
mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların
saadetleriyle mesud ve mütelezziz oluyorum.

Madem اَلْاِنْسَانُ عَبٖيدُ الْاِحْسَانِ sırrıyla, herkeste ihsana
karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı, kâinat
kadar bir kalbim olsa o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve
doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidat,
bi’l-iman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak,
bi’l-iltizam, bi’l-irade suretinde ediyorum, diyecek ve hâkeza… Cemal ve
kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise icmalen işaret ettiğimiz
ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise küfür cihetiyle hadsiz
bir adâvet eder. Hattâ kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve
tahkirkârane bir adâvet taşıyor.

İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı sünnet-i
Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı istilzam eder. Çünkü Allah’ı sevmek,
onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise en mükemmel bir surette Zat-ı
Muhammediye’de (asm) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediye’ye (asm) harekât ve
ef’alde benzemek, iki cihetledir:

Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı
dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü bu işte en
mükemmel imam, Zat-ı Muhammediye’dir (asm).

İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (asm), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı
İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına,
hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil
ise fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, sünnet-i
seniyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyen iktiza eder.

Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk’ın hadsiz merhameti
olduğu gibi hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın
mehasini ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği
gibi masnuatını, hususan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur
mahlukatı sever. Cennetin bütün letaif ve mehasini ve lezaizi ve
niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir zatın nazar-ı muhabbetini kendine
celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âlî bir maksat olduğu bilbedahe
anlaşılır.

Madem nass-ı kelâmıyla; onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı sünnet-i
Ahmediye (asm) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı sünnet-i Ahmediye
(asm), en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye
olduğu tahakkuk eder.

On Birinci Nükte

Üç meseledir.

Birinci Mesele: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü
vesselâmın sünnet-i seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir.
Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.

Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir.

Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir.
Fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevaplar
var ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalalettir ve büyük hatadır.

Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten,
hayat-ı şahsiye ve neviye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittiba
etmek, gayet müstahsendir. Çünkü her bir hareket-i âdiyesinde, çok
menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi mutabaat etmekle o âdab ve âdetler,
ibadet hükmüne geçer.

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zat-ı Ahmediye (asm)
mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem
bi’l-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve
madem binler mu’cizatın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyet’in
ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı
Hakîm’in hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir
mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal,
meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır.
Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir
ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en
muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade
ola.

Sünnete ittiba etmeyen, tembellik eder ise hasaret-i azîme;
ehemmiyetsiz görür ise cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkit ise
dalalet-i azîmedir.

İkinci Mesele: Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakîm’de:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ ferman eder. Rivayat-ı sahiha ile
Hazret-i Âişe-i Sıddıka (r.anha) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber
aleyhissalâtü vesselâmı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu’l-Kur’an” diye
tarif ediyorlardı. Yani Kur’an’ın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali,
Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Ve o mehasini en ziyade imtisal
eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur.

İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi,
nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve
ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir
etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

Üçüncü Mesele: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm,
hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk
edildiğinden, harekât ve sekenatı, itidal ve istikamet üzerine
gitmiştir. Siyer-i seniyesi, kat’î bir surette gösterir ki her
hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab
etmiştir. Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm فَاسْتَقِمْ كَمَٓا
اُمِرْتَ emrini tamamıyla imtisal ettiği için bütün ef’al ve akval ve
ahvalinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor.

Mesela, kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve
tefriti olan gabavet ve cerbezeden müberra olarak, hadd-i vasat ve
medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket
ettiği gibi…

Kuvve-i gazabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve
tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gazabiyenin medar-ı istikameti ve
hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gazabiyesi hareket
etmekle beraber…

Kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan
musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i
şeheviyesi daima iffeti, a’zamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz
etmiştir. Ve hâkeza…

Bütün sünen-i seniyesinde, ahval-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde, iktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinab etmiştir. Bu hakikatin tafsilatına dair binler cilt kitap telif edilmiştir. اَلْعَارِفُ تَكْفٖيهِ الْاِشَارَةُ sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip kıssayı kısa keseriz.

***

Kaynak Link: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/