RAMAZAN BİTTİ AMA NAMAZLARIMIZ DEVAM EDİYOR…

İslam’ın beş ana şartı: ( Kelime-i şehadet, Savm (oruç), Salât (namaz), Hac, Zekât’tır.)

Oruç ayı olan
ramazan ayını geride bıraktık.

Ramazan ayında oruçlarımızla beraber namazlarımızı da daha özel bir disiplinle kıldık. Allah kabul etsin.

Ramazan ayı
çıktıktan sonra tembellik yaparak namazlarımızı kılmamazlık yapmamalıyız. Daha ciddi, daha disiplinli olarak namazlarımızı kılmaya devam etmeliyiz.

İslam’ın en ana şartı olan Kelime-i Şahadet zaten her Müslüman’ın hem dil, hem de kalple her an söylediği zikridir:

Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü”

Hac ve Zekat vazifelerimizi de her zaman en güzel şekilde yerine getirme gayrti içinde olmalıyız.

********

Namazda tembellik yapanlara Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği önemli cevabı hepimize ders niteliği taşıdığı için yayımlıyoruz.

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN / YİRMİ BİRİNCİ SÖZ

İki
makamdır.

Birinci Makam

بِسْمِ
اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنَّ
الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

Bir zaman
sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün
her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”

O zatın o
sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki aynı sözleri
söylüyor ve ona baktım gördüm ki tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi
alıyor. O vakit anladım o zat o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş
gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim
emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden
başlarım.”

Dedim: Ey
nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin
şu söze mukabil beş ikazı benden işit.

Birinci İkaz

Ey bedbaht
nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki gelecek seneye
belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif
için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır
hem faydasız gidiyor. Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı
ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir
hizmete sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir
zevki tahrike sebep olur.

İkinci İkaz

Ey
şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı
teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor çünkü ihtiyaç
tekerrür ettiğinden usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise hane-i
cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve
latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi seni
usandırmamak gerektir.

Evet,
nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptela ve nihayetsiz telezzüzata ve
emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti, her şeye kādir bir
Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet, şu
fâni dünyada kemal-i süratle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla
alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise her şeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir
Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Evet,
fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın
âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir
sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı,
geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse
pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

Üçüncü İkaz

Ey sabırsız
nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve
musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarip olmak hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini
ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık
göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?

Şu
sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah
kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu
halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır.
Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet
gönderir “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür.
Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târumar eder.

Evet, buna
benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi
gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab
etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve
devama ciddi bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem
gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek aynen o günlerde açlığı
ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.

Madem hakikat
böyledir. Âkıl isen ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini,
ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarf
ediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

İşte ey
sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin.

Birisi: Taat üstünde sabırdır.

Birisi: Masiyetten sabırdır.

Diğeri: Musibete karşı sabırdır.

Aklın varsa
şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut. Merdane “Yâ Sabûr!”
de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini, eğer
yanlış yolda dağıtmazsan her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o
kuvvetle dayan.

Dördüncü İkaz

Ey sersem
nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki sana
usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa
akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın.

Acaba bu
misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin
olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan mahşerde senet ve berat ve
ister istemez üstünden geçilecek sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir
namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir
hediye vaad etse yüz gün seni çalıştırır. Hulfü’l-vaad edebilir o adama itimat
edersin, fütursuz işlersin.

Acaba
hulfü’l-vaad, hakkında muhal olan bir zat, cennet gibi bir ücreti ve saadet-i
ebediye gibi bir hediyeyi sana vaad etse pek az bir zamanda, pek güzel bir
vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya
usançla, yarım yamalak hizmetinle onu vaadinde ittiham ve hediyesini istihfaf
etsen pek şiddetli bir te’dibe ve dehşetli bir tazibe müstahak olacağını
düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet
ettiğin halde; cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latîf bir
hizmet için sana gayret vermiyor mu?

Beşinci İkaz

Ey
dünya-perest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i
dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit
bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini
ona sarf ediyorsun!

Sen istidat
cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin
levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini
biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak
değil, belki hakiki bir insan gibi hakiki bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.

Bununla
beraber meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir
surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp
güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.
Mesela, “Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika
tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun.
Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.

Eğer desen: “Beni namazdan ve ibadetten
alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin
zarurî işleridir.”

Öyle ise ben
de sana derim ki:
Eğer yüz
kuruş bir gündelik ile çalışsan sonra biri gelse, dese ki: “Gel on dakika kadar
şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen
ona: “Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak.”
desen, ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen onun
gibi sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen bütün
sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır
kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin
teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye
ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba
olan, iki maden-i manevî bulursun:

Birinci
maden:
Bütün
bağındaki (Hâşiye[1])
yetiştirdiğin –çiçekli olsun, meyveli olsun– her nebatın, her ağacın
tesbihatından, güzel bir niyet ile bir hisse alıyorsun.

İkinci
maden:
Hem bu
bağdan çıkan mahsulattan kim yese –hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek
olsun; müşteri olsun, hırsız olsun– sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart
ile ki sen, Rezzak-ı Hakiki namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun
malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan…

İşte bak,
namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir
serveti kaybeder ve sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i
manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder.
Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lâzım.” der.
“Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?” diyecek,
kendini tembelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle
beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ kabrime daha ziyade ışık göndereceğim,
âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.”

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin
elinden çıktı. Yarın ise senin elinde senet yok ki ona mâliksin. Öyle ise
hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil. Lâekall günün bir saatini, ihtiyat akçesi
gibi hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir
mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki
her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan
senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde
âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus
âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tabidir. Nasıl
ki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise siyah
görünür. Kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine
şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise çirkin gösterir. En
nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü sen kalbinle, aklınla, amelinle,
gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde ya lehinde şehadet
ettirebilirsin.

Eğer namazı
kılsan o namazın ile o âlemin Sâni’-i Zülcelal’ine müteveccih olsan birden,
sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdeta namazın bir elektrik lambası ve namaza
niyetin, onun düğmesine dokunması gibi o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü
merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât,
hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyet-i pür-envarından bir nuru, senin
kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikasıyla ışıklandırır. Senin
lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sakın deme: “Benim namazım nerede, şu hakikat-i
namaz nerede?” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi kendi ağacını
tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi
bir âmînin –velev hissetmezse– namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan
bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır, velev şuurun taalluk etmezse.
Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma
çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur.
Öyle de namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o
meratibde, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur.

اَللّٰهُمَّ
صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ «اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّٖينِ» وَعَلٰى اٰلِهٖ
وَصَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

***

Yirmi Birinci Söz’ün İkinci Makamı

Kalbin beş
yarasına beş merhemi tazammun eder.

بِسْمِ
اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

رَبِّ
اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ
يَحْضُرُونِ

Ey maraz-ı
vesvese ile müptela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer.
Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan
büyür. Küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif
olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini
bilsen, onu tanısan gider. Öyle ise şu musibetli vesvesenin aksam-ı
kesîresinden kesîrü’l-vuku olan yalnız beş vechini beyan edeceğim. Belki sana
ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder,
ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.

Birinci Vecih

Birinci
yara, şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalp kabul etmezse şüpheden şetme
döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edep çirkin
halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!” dedirtir, yeise düşürtür. Vesveseli adam
zanneder ki kalbi, Rabb’ine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve
heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.

Bu yaranın
merhemi budur:

Bak ey
bîçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim değil belki
tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi tahayyül-ü şetim dahi şetim
değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetim ise hükümdür. Hem
bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin
kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i
şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı
tevehhüm etmekle kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü
hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü,
ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.

İkinci Vecih

Budur ki:
Manalar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler,
oradan suretleri giyerler. Hayal ise her vakit bir sebep tahtında bir nevi
suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır.
Hangi mana geçse ya ona giydirir ya takar ya bulaştırır ya perde eder. Eğer
manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur
fakat temas var. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der.
“Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefis, beni matrud eder.”
Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.

Şu yaranın
merhemi şudur:

Dinle ey
bîçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî
taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de
maânî-i mukaddesenin suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Mesela, sen
âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha ya bevl
gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin
hayalin, deva-i illet ve kaza-i hâcetin levazımatını görecek, bakacak, onlara
münasip süflî suretleri nescedecek. Ve gelen manalar ortalarından geçecekler.
Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var.
Yalnız hatar ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

Üçüncü Vecih

Budur ki:
Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hattâ hiç ümit etmediğin şeyler
içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur veya senin hayalin, meşgul
olduğu sanata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı
münasebettendir ki bazen bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra
getirir.

Fenn-i
beyanda beyan olunduğu gibi “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise hayalde
sebeb-i kurbiyettir.” Yani iki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir
münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir
edilir. Mesela, sen namazda, münâcatta, Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde iken
âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedai-yi efkâr, seni tutup en uzak
malayaniyat-ı rezileye sevk eder.

Senin başın,
böyle bir tedai-yi efkâra müptela ise sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin
anda, dön. “Aman ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma. Tâ o zayıf
münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe,
ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî
olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise galiben ihtiyarsızdır.
Hususan hassas asabîlerde daha galiptir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini
çok işlettirir. Şu yaranın merhemi şudur ki:

Tedai-yi
efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var;
temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet
etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki şeytan ile melek-i ilham, kalp
taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende
durmaları, zarar vermez. Öyle de tedai-yi efkâr sâikasıyla istemediğin pis
hayalat, gelip nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya
zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazen kalp yoruluyor. Fikir,
kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur,
pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

Dördüncü Vecih

Amelin en
iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki takva zannıyla teşeddüd
ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki o adam amelin daha
evlâsını ararken harama düşer. Bazen bir sünnetin araması, bir vâcibi terk
ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder.
Gayet yeise düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar.

Şu yaranın
iki merhemi var:

Birinci
merhem:
Bu gibi
vesvese Ehl-i İtizal’e lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al
ve eşya, kendi zatında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen
emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret
ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubuh zatîdir; emir ve nehy-i İlahî
ona tabidir.” Bu mezhebe göre insan, her işlediği amelde şöyle bir vesvese
gelir: “Acaba amelim nefsü’l-emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”

Amma
mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak bir şeye
emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik,
nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubuh mükellefin ıttılaına bakar ve
ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubuh ise surî ve dünyaya bakan yüzünde değil
belki âhirete bakan yüzdedir.

Mesela, sen
namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek
bir sebep, nefsü’l-emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin
namazın ve abdestin hem sahihtir hem hasendir. Mutezile der: “Hakikatte kabih
ve fâsiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin ve özrün
var.” Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zahir-i şeriata muvafık olarak
işlediğin ameline: “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul
olmuş mu?” de; gururlanma, ucbe girme.

İkinci
merhem:
Dinde harec
yoktur. لَا حَرَجَ فِى الدّٖينِ Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara
müncer olan derk-i kusur ise gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine –böyle
vesveseli adama– müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp
gurura düşmektense amelini kusurlu görse, istiğfar etse daha evlâdır.

Madem
böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir. Hakikat-i hale
muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir. لَا حَرَجَ فِى الدّٖينِ §
اَلدّٖينُ يُسْرٌ esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka
muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâekall ben aczimi itiraf ederek ibadeti
lâyık-ı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlahiyeye
dehalet edip kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için
mütezellilane bir niyaza vesiledir.

Beşinci Vecih

Mesail-i
imaniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bazen
tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş
bir şüphe tevehhüm edip itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazen tevehhüm
ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazen tasavvur
ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazen bir
emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak
suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tetkikatını ve bîtarafane
muhakemesini, hilaf-ı iman zanneder.

İşte
telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek “Eyvah! Kalbim
bozulmuş, itikadıma halel gelmiş.” der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan
cüz-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden yeise düşer.

Bu yaranın
merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü
küfür, küfür olmadığı gibi tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir. Tasavvur-u
dalalet, dalalet olmadığı gibi tefekkür-ü dalalet dahi dalalet değildir. Çünkü
hem tahayyül hem tevehhüm hem tasavvur hem tefekkür; tasdik-i aklîden ve
iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-i
ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik
ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tabidirler. Hem tahayyül, tevehhüm,
tasavvur, tefekkür nasıl ki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de şüphe ve tereddüt
sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse o vakit
hakiki bir nevi şüphe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarafane muhakeme namıyla
veya insaf namına deyip şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir
ki ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcib olan hakkın iltizamı
kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak
bir halet, zihninde takarrur eder.

Şu nevi
vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zatî ile imkân-ı
zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani bir şeyi zatında mümkün görse o şeyi zihnen
dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki ilm-i kelâmın
kaidelerindendir ki imkân-ı zatî ise yakîn-i ilmîye münafî değil ve zaruret-i
zihniyeye zıddiyeti yoktur. Mesela, şu dakikada Karadeniz’in yere batması,
zatında mümkündür ve o imkân-ı zatî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin
yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o
imkân-ı zatî, bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Mesela,
şu güneş zatında mümkündür ki bugün gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin.
Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.

İşte bunun
gibi mesela, hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurûbuna ve hayat-ı
uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zatî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye
zarar vermez. Hem لَا عِبْرَةَ لِلْاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ
دَلٖيلٍ yani “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur.”
olan kaide-i meşhure hem usûlü’d-din hem usûlü’l-fıkhın kaide-i
mukarreresindendir.

Eğer desen: Bu derece mü’minlere muzır ve
müz’iç olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?

Elcevap: İfrata varmamak hem galebe çalmamak
şartıyla asl-ı vesvese; teyakkuza sebeptir, taharriye dâîdir, ciddiyete
vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehavünü def’eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu
dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak
vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse
Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ‌
demeli.

***

[1] Hâşiye: Bu makam, bir bağda bir zata bir derstir ki bu tarz ile beyan edilmiş.

Kaynak: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/