RAMAZAN-I ŞERİF’İN DOKUZ HİKMETİ

Bediüzzaman Said Nursi’nin yazdığı Risale-i Nur adlı Kur’an Tefsirinden alınmıştır.

Risale-i Nur Külliyatı/ Mektubat/ 29. mektup’tan

İkinci Risale Olan İkinci Kısım

Ramazan-ı şerife dairdir

Birinci kısmın âhirinde şeair-i
İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem
olan ramazan-ı şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri
zikredilecektir.

Bu İkinci Kısım, ramazan-ı şerifin
pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden dokuz nüktedir.

بِسْمِ
اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

شَهْرُ
رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ
مِنَ الْهُدٰى وَ الْفُرْقَانِ

Birinci
Nükte

Ramazan-ı şerifteki savm,
İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin
a’zamlarındandır.

İşte ramazan-ı şerifteki orucun çok
hikmetleri hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine hem insanın hayat-ı içtimaiyesine
hem hayat-ı şahsiyesine hem nefsin terbiyesine hem niam-ı İlahiyenin şükrüne
bakar hikmetleri var.

Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti
noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i
nimet suretinde halk ettiği ve bütün enva-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لَا
يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini ve
rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi
altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor,
bazen unutuyor.

Ramazan-ı şerifte ise ehl-i iman
birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet
edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz!” emrini bekliyorlar gibi bir
tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli
rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele
ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen
insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İkinci Nükte

Ramazan-ı mübareğin savmı, Cenab-ı
Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti
şudur ki:

Birinci Söz’de denildiği gibi bir
padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister.
Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz
zannedip onu in’am edeni tanımamak, nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi
Cenab-ı Hak hadsiz enva-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona
mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı
ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara
minnettar oluyoruz; hattâ müstahak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve
teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakiki, o esbabdan hadsiz derecede o nimet
vasıtasıyla şükre lâyıktır.

İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri
doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o
nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç,
hakiki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde
mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakiki açlık hissetmedikleri
zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan
adamlara, hususan zengin olsa ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar
vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlahiye
olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes,
ramazan-ı şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye
mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle “O nimetler benim
mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim, demek başkasının malıdır ve
in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir, bir şükr-ü manevî
eder.

İşte bu suretle oruç, çok
cihetlerle, hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

Üçüncü Nükte

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye
baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif
bir surette halk edilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların
muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini
ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa
nefis-perest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve
onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki
hemcinsine şefkat ise şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun,
kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir.

Eğer nefsine açlık çektirmek
mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve
yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde
hissetmiyor.

Dördüncü
Nükte

Ramazan-ı şerifteki oruç, nefsin
terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister
ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfe-mâyeşa hareketi,
fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek
istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım
etmiş ise bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi
yutar.

İşte ramazan-ı şerifte en zenginden
en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki kendisi mâlik değil, memlûktür; hür
değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya
uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakiki vazifesi
olan şükre girer.

Beşinci
Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, nefsin
tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı
noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini
unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki
kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevale maruz ve
musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret
olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi lâyemutane kendini ebedî
tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli
alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere
bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlık’ını unutur. Hem
netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde
yuvarlanır.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç; en
gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık
vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu, ne
derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç
olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı
İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet
kapısını çalmaya hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…

Altıncı
Nükte

Ramazan-ı şerifin sıyamı, Kur’an-ı
Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve ramazan-ı şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en
mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur’an-ı Hakîm, madem şehr-i
ramazanda nüzul etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî
hitabı, hüsn-ü istikbal etmek için ramazan-ı şerifte nefsin hâcat-ı
süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle
melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nâzil oluyor gibi
okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde
dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan işitiyor gibi
dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor
gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına
dinlettirmek ve Kur’an’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, ramazan-ı şerifte güya âlem-i
İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki milyonlarla hâfızlar, o
mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’an’ı, o hitab-ı semavîyi arzlılara
işittiriyorlar. Her ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ
الْقُرْاٰنُ âyetini, nurani parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı
olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmanın sair efradları, bazıları huşû ile o
hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki
bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tabi olup yemek içmek ile o
vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî
nefretine ne kadar hedef ise öyle de ramazan-ı şerifte ehl-i sıyama muhalefet
edenler de o derece umum o âlem-i İslâm’ın manevî nefretine ve tahkirine
hedeftir.

Yedinci
Nükte

Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret
için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki
çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı şerifte sevab-ı a’mal,
bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile her bir harfinin on sevabı var;
on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazan-ı şerifte her bir harfin,
on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve ramazan-ı
şerifin cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.

Evet, her bir harfi otuz bin bâki
meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurani şecere-i tûba hükmüne geçiyor ki
milyonlarla o bâki meyveleri, ramazan-ı şerifte mü’minlere kazandırır. İşte
gel; bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki bu hurufatın
kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!

İşte ramazan-ı şerif âdeta bir
âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat
için gayet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a’mal için bahardaki mâh-ı
nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin
resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle
olduğundan yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve
heva-perestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten
hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için
dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür
etmiş bir ruh vaziyetine girerek savmı ile samediyete bir nevi âyinedarlık
etmektir.

Evet ramazan-ı şerif; bu fâni
dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı
bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet bir tek ramazan, seksen sene
bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur’an ile bin
aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i kātıadır.

Evet, karanlıklı bu hayat-ı
dünyeviyenin en nurani Leyle-i Kadri ramazandır.

Evet nasıl ki bir padişah, müddet-i
saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir
şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o
günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususi ihsanatına ve perdesiz
huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve
sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.

Öyle de ezel ve ebed Sultanı olan on
sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh
eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i ramazan-ı şerifte inzal eylemiş.
Elbette o ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir
meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem ramazan o
bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşâgilden insanları çekmek
için oruca emredilecek.

Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi
bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye
dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve
her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.

Mesela dilini yalandan, gıybetten ve
galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an
ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…

Mesela, gözünü nâmahreme bakmaktan
ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz
ve Kur’an dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç
tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i
eşgal ettirilse başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.

Sekizinci
Nükte

Ramazan-ı şerif, insanın hayat-ı
şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilaç nevinden
maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek
içmek hususunda keyfe-mâyeşa hareket ettikçe hem şahsın maddî hayatına tıbben
zarar verdiği gibi hem helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta
manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir.
Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.

Ramazan-ı şerifte oruç vasıtasıyla
bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare
zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları
celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek
için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peyda eder. Hayat-ı
maneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası
açlığa çok defa müptela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık,
riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi
dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve
bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve
tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok
hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer
muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın
hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle
meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî
fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı
dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.
Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve
içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat ramazan-ı şerif orucuyla o
fabrikanın hademeleri anlarlar ki sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair
cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, ramazan-ı şerifte melekî ve
ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir
ki ramazan-ı şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere,
manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o
mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin
ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar.

Dokuzuncu
Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, doğrudan
doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini
bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis; Rabb’isini tanımak istemiyor,
firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse o damar onda
kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte ramazan-ı şerifteki oruç, doğrudan
doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını,
fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:

Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben
neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, sen
sensin!” Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş.

Yine demiş: “Ene ene, ente ente.”
Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş,
yani aç bırakmış.

Yine sormuş: “Men ene vema ente?”

Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحٖيمُ § وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ فٖى

شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اٰمٖينَ

***

İ’tizar: Şu ikinci
kısım, kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz
de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır.
Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini
tashih edebilirler.

***

AKTİF KAYNAK LİNK: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/