“Sevmek” ve “Sevgi” ye bir de bu açıdan bakın
Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evladıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin –Kur’an’ın emrettiği tarzda olsa– neticeleri, faydaları nedir?
Günümüz İslam âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Risale-i Nur adlı Kur’an tefsirinde “Muhabbet-Sevgi” konusunu da geniş olarak işlemiştir.
Bediüzzaman Hazretleri; Sözler kitabının 32. Söz bölümünde “Sevme” kavramının Allah’ın emrettiği tarzda nasıl olması gerektiğini anlatmıştır.
*****
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI – SÖZLER KİTABI – OTUZ İKİNCİ SÖZ’DEN ALINMIŞTIR
Mühim Bir Sual:
Diyorsunuz ki: “Muhabbet, ihtiyarî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlatlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfât ve esmasına verebilirim? Bu ne demektir?”
Elcevap: Dört nükteyi dinle.
Birinci Nükte: Muhabbet, çendan ihtiyarî değil.
Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba
dönebilir. Mesela, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl
lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu
göstermekle muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakiki mahbuba
çevrilebilir.
İkinci Nükte: Ta’dad ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onları Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve onun muhabbeti namına sev, deriz.
Mesela, leziz taamları, güzel meyveleri; Cenab-ı
Hakk’ın ihsanı ve o Rahman-ı Rahîm’in in’amı cihetinde sevmek, Rahman ve
Mün’im isimlerini sevmektir hem manevî bir şükürdür. Şu muhabbet,
yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren;
meşru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirane
yemektir.
Hem peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.
اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evladı davet etmesi, Kur’an’ın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi pedere karşı hak dava edemez. Demek, valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasedden gelir, pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir, veledin hakkı yoktur ki pederine karşı hak dava etsin. Pederini haksız görse de ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evlatlarını; o Zat-ı Rahîm-i Kerîm’in hediyeleri
olduğu için kemal-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza
etmek, yine Hakk’a aittir. Ve o muhabbet ise Cenab-ı Hakk’ın hesabına
olduğunu gösteren alâmet ise vefatlarında sabır ile şükürdür, meyusane
feryat etmemektir. “Hâlık’ımın benim nezaretime verdiği sevimli bir
mahluku idi, bir memlûkü idi, şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı,
daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zahirî hissem varsa
hakiki bin hisse onun Hâlık’ına aittir. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ ” deyip
teslim olmaktır.
Hem dost ve ahbap ise eğer onlar iman ve amel-i
salih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ
sırrınca o muhabbet dahi Hakk’a aittir.
Hem refika-i hayatını; rahmet-i İlahiyenin munis,
latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk
bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar,
en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki
hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemali ise ulvi, ciddi,
samimi, nurani şefkatidir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir
hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaîfe, latîfe mahlukun
hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü suretin
zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare hakkını kaybeder.
Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakk’ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.
Hem hayatı; Cenab-ı Hakk’ın insana ve sana verdiği
en kıymettar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define
ve bâki kemalâtın cihazatını câmi’ bir hazine cihetiyle onu sevmek,
muhafaza etmek, Cenab-ı Hakk’ın hizmetinde istihdam etmek, yine o
muhabbet bir cihette Mabud’a aittir.
Hem gençliğin letafetini, güzelliğini; Cenab-ı
Hakk’ın latîf, şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından istihsan
etmek, sevmek, hüsn-ü istimal etmek, şâkirane bir nevi muhabbet-i
meşruadır.
Hem baharı; Cenab-ı Hakk’ın nurani esmalarının en
latîf, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni’-i Hakîm’in antika sanatının
en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i sanatı olduğu cihetiyle
mütefekkirane sevmek Cenab-ı Hakk’ın esmasını sevmektir.
Hem dünyayı; âhiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin
âyinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi
cihetinde sevmek –nefs-i emmare karışmamak şartıyla– Cenab-ı Hakk’a ait
olur.
Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı
mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış.”
de. “Ne kadar güzeldir.” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin
girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalp, âyine-i Samed’dir ve ona
mahsustur. اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا
اِلَيْكَ de.
İşte bütün ta’dad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa hem
elemsiz bir lezzet verir hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem
muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem
ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Mesela, nasıl ki bir padişah-ı âlî, (Hâşiye – Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar. ) sana bir elmayı ihsan etse o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya
mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil.
Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı
sever ve nefsine muhabbet eder. Bazen olur ki padişah o nefis-perverane
olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi
cüz’îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider,
bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise elma içindeki, elma ile
gösterilen iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin
numunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini
izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki
bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu
muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi bütün nimetlere ve meyvelere, zatları için muhabbet
edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz etse o muhabbet
nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk’ın
iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan
ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i
iştiha ile lezzet alsa hem manevî bir şükür hem elemsiz bir lezzettir.
Üçüncü Nükte: Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan
muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazen âsâra
muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazen esmayı, kemalât-ı İlahiyenin
unvanları olduğu cihetle sever. Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet
cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o
ihtiyaçla sever.
Mesela, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç
mahlukata karşı, âcizane istimdad ihtiyacını hissettiğin halde; biri
çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse o zatın in’am edici unvanı ve
kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zatı, o unvan ile
seversin. Öyle de yalnız Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerini
düşün ki sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ ve ecdadını ve
akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve cennette enva-ı lezaiz
ile ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara
göstermesiyle mesud ettiği cihette o Rahman ismi ve Rahîm unvanı, ne
kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç
olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى
رَحْمَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى رَحٖيمِيَّتِهٖ yerindedir anlarsın.
Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun senin
bir nevi hanen ve içindeki mevcudat, senin o hanenin ünsiyetli
levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki
mahlukatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zatın
Hakîm ismine ve Mürebbi unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar
müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın.
Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun
insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan
daha güzel bir yerde yerleştiren bir zatın Vâris, Bâis isimlerine, Bâki,
Kerîm, Muhyî ve Muhsin unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu
dikkat etsen anlarsın.
İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan binler enva-ı
hâcat ile bin bir esma-i İlahiyeye, her bir ismin çok mertebelerine
fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak,
muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre
meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya
muhabbet dahi –çünkü o esma Zat-ı Zülcelal’in unvanları ve cilveleri
olduğundan– muhabbet-i zatiyeye döner.
Şimdi yalnız numune olarak bin bir esmadan yalnız Adl ve Hakem ve Hak
ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan
edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki Rahmanu’r-Rahîm ve Hak ismini a’zamî bir
dairede görmek istersen şu temsile bak: Nasıl ki bir orduda dört yüz
muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki her bir taife beğendiği
elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği
silahları ayrı ve mizacına deva olacak ilaçları ayrı oldukları halde;
bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı takım, bölük tefrik edilmeyerek belki
birbirine karışık olduğu halde onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve
hârikulâde iktidarından ve mu’cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde
adalet ve hikmetinden, misilsiz bir tek padişah onların hiçbirini
şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise,
erzak, ilaç ve silahlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse o zat
acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu
anlarsın. Çünkü bir taburda on milletten efrad bulunsa onları ayrı ayrı
giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan bilmecburiye, ne cinsten
olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
İşte öyle de Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve
Rahmanu’r-Rahîm’in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin
yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb
nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki bütün o milletler, o taifeler,
birbiri içinde oldukları halde, her birinin libası ayrı, erzakı ayrı,
silahı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları
halde ve o hâcatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi
isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve
intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm unvanlarını seyret,
gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek
terbiye ve tedbir ve idare eder.
İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir
işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i
Mutlak, Kādir-i külli şey’den başka, bu sanata, bu tedbire, bu
rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale
edebilir?
Dördüncü Nükte:
Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evladıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin –Kur’an’ın emrettiği tarzda olsa– neticeleri, faydaları nedir?
Elcevap: Bütün neticeleri beyan etmek için
büyük bir kitap yazmak lâzım gelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki
neticeye işaret edilecek. Evvela, dünyadaki muaccel neticeleri beyan
edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:
Sâbıkan beyan edildiği gibi ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve
nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri,
meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Mesela
şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden
belalı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur.
Âhirette ise Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için ya faydasızdır
veya azaptır. (Eğer harama girmiş ise)
Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faydasız kalır?
Elcevap: Ehl-i Teslis’in İsa aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali radıyallahu anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi.
Eğer o muhabbetler, Kur’an’ın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın
hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar o zaman hem dünyada hem
âhirette güzel neticeleri var.
Amma dünyada ise leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek,
zararlı hevesattan men’etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni
hevasına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevaya değil,
hüdaya sevk edersin.
Refika-i hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret ve
maden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya
samimi muhabbet ve merhamet edersen o da sana ciddi hürmet ve muhabbet
eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mesudane hayatını
geçirirsin. Yoksa hüsn-ü surete muhabbet nefsanî olsa o muhabbet çabuk
bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.
Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenab-ı Hak
hesabına olduğu için hem bir ibadet hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet
ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âlî bir his ile en merdane bir himmet
ile onların tûl-ü ömrünü ciddi arzu edip bekalarına dua etmek, tâ
onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım diye samimi hürmetle
onların elini öpmek, ulvi bir lezzet-i ruhanî almaktır. Yoksa nefsanî,
dünya itibarıyla olsa onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir
vaziyete girdikleri zaman; en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını
istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu
etmek gibi vahşi, kederli, ruhanî bir elemdir.
Evladına muhabbet ise: Cenab-ı Hakk’ın senin
nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara
muhabbet ise saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle
fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle meyusane feryat edersin. Sâbıkan
geçtiği gibi onların Hâlıkları hem Hakîm hem Rahîm olduğundan onlar
hakkında o mevt bir saadettir, dersin. Senin hakkında da onları sana
veren zatın rahmetini düşünürsün, firak eleminden kurtulursun.
Ahbaplara muhabbetin ise: Madem lillah içindir. O ahbapların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mani olmadığı için o manevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülakat lezzeti daimî olur. Lillah için olmazsa bir günlük mülakat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Hâşiye – Lillah için bir saniye mülakat, bir senedir. Dünya için olsa bir sene, bir saniyedir. )
Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete
karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranilerin
vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o
âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil belki bilakis temayül ve iştiyak
hissini verir, hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların
muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nevinden
olsa o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı
ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve
eder. Yani “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim.” diye
düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar, “Âh!” çeker. Evvelki
nazarda ise cisim libasını mazide bırakıp kendileri istikbal salonu olan
berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana
ünsiyetkârane bakar.
Hem güzel şeylere muhabbetin, madem Sâni’leri
hesabınadır. “Ne güzel yapılmışlar.” tarzındadır. O muhabbetin bir leziz
tefekkür olduğu halde hüsün-perest, cemal-perest zevkinin nazarını daha
yüksek daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemal mertebelerinin
definelerine yol açar, baktırır. Çünkü o güzel âsârdan ef’al-i
İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmanın güzelliğine, ondan
sıfâtın güzelliğine, ondan Zat-ı Zülcelal’in cemal-i bîmisaline karşı
kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa hem lezzetlidir hem
ibadettir ve hem tefekkürdür.
Gençliğe muhabbetin ise: Madem Cenab-ı Hakk’ın güzel
bir nimeti cihetinde sevmişsin elbette onu ibadette sarf edersin,
sefahette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise o gençlikte kazandığın
ibadetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça
gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin
zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha
ziyade ibadete muvaffakıyet ve merhamet-i İlahiyeye daha ziyade liyakat
kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik
lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah gençliğim gitti!” diye teessüf
edip gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş:
لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشٖيبُ
Yani keşke gençliğim bir gün dönse idi ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim.
Bahar gibi ziynetli meşherlere muhabbet ise: Madem
sanat-ı İlahiyeyi seyran itibarıyladır. O baharın gitmesiyle temaşa
lezzeti zâil olmaz. Çünkü bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği
manaları her vakit temaşa edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de
sinema şeritleri gibi sana o temaşa lezzetini idame ettirmekle beraber o
baharın manalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit
muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalı olur.
Dünyaya muhabbetin ise: Madem Cenab-ı Hakk’ın
namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcudatı, sana ünsiyetli bir
arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için her
şeyinde, âhirete fayda verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne
musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir.
Kemal-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa
ehl-i gaflet gibi seversen yüz defa sana söylemişiz ki sıkıntılı, ezici,
boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.
İşte bazı mahbubların, Kur’an’ın irşad ettiği surette olduğu vakit,
her birisinden yüzde ancak bir letafetini gösterdik. Kur’an’ın
gösterdiği yolda olmazsa yüzden bir mazarratına işaret ettik.
Şimdi şu mahbubların dâr-ı bekada, âlem-i âhirette, Kur’an-ı Hakîm’in
âyât-ı beyyinatıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak
istersen, işte o çeşit meşru muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini bir mukaddime ve dokuz işaretle yüzden bir faydasını icmalen göstereceğiz:
Mukaddime: Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil
rahmetiyle, kebir rububiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle,
latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat
ile bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif aza ve âlât ile ve
mütenevvi letaif ve maneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki tâ
mütenevvi ve pek çok âlât ile hadsiz enva-ı nimetini, aksam-ı
ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin,
tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ bin bir esmasının hadsiz enva-ı
tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve
o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın her birisinin ayrı ayrı
hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve
mükâfatı vardır.
Mesela göz, suretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsıratta güzel
mu’cizat-ı kudretin envaını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle
Sâni’ine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem malûmdur, tarife hâcet
yok.
Mesela kulak, sadâların envalarını, latîf nağmelerini ve mesmuat
âleminde Cenab-ı Hakk’ın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet,
ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.
Mesela kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder.
Kendine mahsus bir vazife-i şükraniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette
mükâfatı dahi vardır.
Mesela dildeki kuvve-i zaika, bütün mat’umatın ezvakını anlamakla gayet mütenevvi bir şükr-ü manevî ile vazife görür ve hâkeza…
Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalp ve akıl ve ruh gibi büyük ve
mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri
vardır. İşte Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği
bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir.
O müteaddid enva-ı muhabbetin sâbıkan beyan edilen dünyadaki muaccel
neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile ispat
edilir. Âhiretteki neticeleri ise kat’iyen vücudları ve tahakkukları,
icmalen Onuncu Söz’ün on iki hakikat-i kātıa-i sâtıasıyla ve Yirmi
Dokuzuncu Söz’ün altı esas-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsilen
اَصْدَقُ الْكَلَامِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلَامُ اللّٰهِ الْمَلِكِ
الْعَزٖيزِ الْعَلَّامِ olan Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatıyla,
tasrih ve telvih ve remiz ve işaratıyla kat’iyen sabittir. Daha uzun
bürhanları getirmeye lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve cennete dair
Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî olan ikinci makamında ve Yirmi Dokuzuncu
Söz’de çok bürhanlar geçmiştir.
Birinci İşaret: Leziz taamlara, hoş meyvelere
şâkirane muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi: Kur’an’ın nassıyla,
cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o
taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada
yediğin meyve üstünde söylediğin “Elhamdülillah” kelimesi, cennet
meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve
yersin, orada “Elhamdülillah” yersin. Ve nimette ve taam içinde in’am-ı
İlahîyi ve iltifat-ı Rahmanîyi gördüğünden o lezzetli şükr-ü manevî,
cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadîsin
nassıyla, Kur’an’ın işaratıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla
sabittir.
Kur’an’ın nassıyla, cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin “Elhamdülillah” kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada “Elhamdülillah” yersin. Ve nimette ve taam içinde in’am-ı İlahîyi ve iltifat-ı Rahmanîyi gördüğünden o lezzetli şükr-ü manevî, cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur’an’ın işaratıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.
İkinci İşaret: Dünyada meşru bir surette nefsine
muhabbet, yani mehasinine bina edilen muhabbet değil belki
noksaniyetlerini görüp tekmil etmeye bina edilen şefkat ile onu terbiye
etmek ve onu hayra sevk etmek neticesi: O nefse lâyık mahbubları,
cennette veriyor. Nefis, madem dünyada heva ve hevesini Cenab-ı Hak
yolunda hüsn-ü istimal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü suretle
istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşru ve ubudiyetkârane
muhabbetin neticesi olarak cennette, cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı
ziynet ve letafetinin numuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip
nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva-ı hüsün
ile vücudunu süslendirip her biri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde
olan hurileri, o dâr-ı bekada vereceği, pek çok âyât ile tasrih ve ispat
edilmiştir.
Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.
Üçüncü İşaret: Refika-i hayatına meşru dairesinde,
yani latîf şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimi
muhabbet ile refika-i hayatını da naşizelikten, sair günahlardan
muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i
hayatı, hurilerden daha güzel bir surette ve daha ziynetli bir tarzda,
daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı
ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski
hatıratı birbirine tahattur ettirecek enis, latîf, ebedî bir arkadaş,
bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vaad etmiştir. Elbette vaad
ettiği şeyi kat’î verecektir.
Dördüncü İşaret: Valideyn ve evlada muhabbet-i
meşruanın neticesi: Nass-ı Kur’an ile Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, onların
makamları ayrı ayrı da olsa yine o mesud aileye safi olarak lezzet-i
sohbeti, cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde, dâr-ı bekada ebedî
mülakat ile ihsan eder. Ve on beş yaşına girmeden, yani hadd-i büluğa
vâsıl olmadan vefat eden çocuklar وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tabir
edilen cennet çocukları şeklinde ve cennete lâyık bir tarzda gayet
süslü, sevimli bir surette, onları cennette dahi peder ve validelerinin
kucaklarına verir. Veled-perverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki
ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden
ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli
şeyin en a’lâsı cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veled-perverlik,
yani çocuklarını sevip okşamak zevki –cennet tenasül yeri olmadığından–
cennette yoktur, zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en
zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte kable’l-büluğ evladı vefat
edenlere müjde…
Beşinci İşaret: Dünyada اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ
hükmünce salih ahbaplara muhabbetin neticesi: Cennette عَلٰى سُرُرٍ
مُتَقَابِلٖينَ ile tabir edilen, karşı karşıya kurulmuş cennet
iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya
maceralarını ve kadîm olan hatıratlarını birbirine nakledip
eğlendirmeleri suretinde; firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet
suretinde ahbaplarıyla görüştüreceği, Kur’an’ın nassıyla sabittir.
Altıncı İşaret: Enbiya ve evliyaya Kur’an’ın tarif
ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlerinden
berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvi ve onlara lâyık
makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir. Evet
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir
makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zatın tebaiyetiyle girebilir.
Yedinci İşaret: Güzel şeylere ve bahara meşru
muhabbetin, yani “Ne kadar güzel yapılmış.” nazarıyla, o âsârın
arkasındaki ef’alin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’al
arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel esmanın arkasında
sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o
güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda esmanın
cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, cennette görmektir. Hattâ
İmam-ı Rabbanî radıyallahu anh demiş ki: “Letaif-i cennet, cilve-i
esmanın temessülatıdır.” Teemmel!
Sekizinci İşaret: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası
ve esma-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane
muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar fakat fâni dünya gibi fâni
değil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zayıf gölgeleri
gösterilen esma, o cennetin âyinelerinde en şaşaalı bir surette
gösterilecektir.
Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı
fidanlık, yani ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası
hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki dünyada havas ve hissiyat-ı
insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, cennette en mükemmel bir surette
inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidatları, enva-ı lezaiz
ve kemalât ile sümbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve
hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur’an’ın
işaratıyla sabittir.
Hem madem dünyanın her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil belki
esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü, esma ve âhiret için sevmiş ve
ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet
etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve
hikmettir.
Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle âyine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da dünya kadar bir cennettir.
KAYNAK LİNK: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/