TABİATÇILIĞI ÇÜRÜTÜP YARATILIŞI İSPATLAYAN ESER

Günümüzün Kur’an tefsiri yazarlarından Bediüzzaman Said Nursi, “Risale-i Nur” adlı tefsir külliyatı içinde yer alan Lem’alar adlı kitabının 23. Lem’a bölümünde inançsızların ortaya attığı “tabiat yapıyor, kendi kendine oluyor, sebepler yapıyor” gibi fikirleri çürütüp yaratılışın ancak Allah tarafından olduğunu ispatladığı bu önemli eserin tamamını sizlere sunuyoruz.

Yirmi Üçüncü Lem’a

Tabiat Risalesi

( Alıntı Kaynağı: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/ )

On Yedinci Lem’a’nın On Altıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen
Yirmi Üçüncü Lem’a olmuştur. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek
bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîr ü zeber ediyor.

İhtar

Şu notada, tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne
kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu,
lâekall doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair
risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden burada gayet muhtasar
olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için
birdenbire, bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl
feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor.

Evet onlar, mesleklerinin içyüzünü görememişler. Hem hakikat-i
meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki yazılmış her bir
muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul
(Hâşiye[1])
hülâsa-i mezhepleri, mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu
gayet bedihî ve kat’î bürhanlarla şüphesi olanlara tafsilen beyan ve
ispat etmeye hazırım.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

Şu âyet-i kerîme, istifham-ı inkârî ile “Cenab-ı Hak hakkında şek
olmaz ve olmamalı.” demekle; vücud ve vahdaniyet-i İlahiye, bedahet
derecesinde olduğunu gösteriyor.

Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar

1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe
alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka
fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane
çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O
vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham
ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak
derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî
risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim.
Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir
olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan
tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti hem
kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan
edeceğim. O bürhanın bazı parçaları, bazı risalelerde tam izah
edildiğinden burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş
olan müteaddid bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihat ediyor; her biri
bunun bir cüzü hükmüne geçiyor.

Mukaddime:

Ey insan! Bil ki insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:

Birincisi: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ Yani, esbab bu şeyi icad ediyor.

İkincisi: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ Yani, kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.

Üçüncüsü: اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani, tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud, sanatlı ve
hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor.
Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu mesela, bu hayvanı ya diyeceksin ki
esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud
buluyor veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor veyahut tabiat muktezası
olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor veyahut bir Kadîr-i
Zülcelal’in kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal,
battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat’î ispat edilse; bizzarure ve
bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şüphesiz sabit
olur.

Amma Birinci Yol ki:

Esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

Birincisi: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle
dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir
macun istenildi. Hem hayattar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab
etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar tiryakın
çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tetkik ettik.
Görüyoruz ki o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan-ı mahsus ile
bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem
başkasından ve hâkeza muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer
birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz,
hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Her bir
kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki zerre miktarı
noksan veya ziyade olsa, tiryak hâssasını kaybeder. O kavanozlar elliden
ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi ayrı ayrı
miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan
muhtelif miktarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir
havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar
yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil
etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek
muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa “Bu fikri kabul etmem!” diye
kaçacaktır.

İşte bu misal gibi her bir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur ve
her bir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki çok müteaddid eczalardan,
çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden
terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve “Esbab icad
etti.” denilse aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden
vücud bulması gibi yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.

Elhasıl, şu eczahane-i kübra-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî’nin mizan-ı
kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve
nihayetsiz bir ilim ve her şeye şâmil bir irade ile vücud bulabilir.
“Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anâsır ve tabâyi ve esbabın
işidir.” diyen bedbaht “O tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin
devrilmesinden çıkıp olmuştur.” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş
bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür; ahmakane,
sarhoşane, divanece bir hezeyandır.

İkinci Muhal: Eğer her şey, Vâhid-i Ehad olan
Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse, belki esbaba isnad edilse lâzım gelir ki
âlemin pek çok anâsır ve esbabı, her bir zîhayatın vücudunda müdahalesi
bulunsun. Halbuki sinek gibi bir küçük mahlukun vücudunda, kemal-i
intizam ile gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifak ile muhtelif ve
birbirine zıt, mübayin esbabın içtimaı, o kadar zahir bir muhaldir ki
sinek kanadı kadar şuuru bulunan “Bu muhaldir, olamaz!” diyecektir.

Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve esbabı ile
alâkadardır, belki bir hülâsasıdır. Eğer Kadîr-i Ezelî’ye verilmezse, o
esbab-ı maddiye onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lâzım; belki
onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir numunesi
olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri icab ediyor. Çünkü sebep maddî
ise müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki
sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hüceyrecikte erkân-ı âlem
ve anâsır ve tabâyiin, maddeten içinde bulunup usta gibi içinde
çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor.

İşte, sofestaînin en eblehleri dahi böyle bir meslekten utanıyorlar.

Üçüncü Muhal: اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ
الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle: “Bir mevcudun vahdeti varsa elbette
bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.” Hususan o mevcud, gayet
mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi’ bir hayata
mazhar ise bilbedahe sebeb-i ihtilaf ve keşmekeş olan müteaddid ellerden
çıkmadığını; belki gayet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çıktığını
gösterdiği halde; hadsiz ve camid ve cahil, mütecaviz, şuursuz,
karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık
ellerine, hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilat ile o
esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve
vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi
akıldan uzaktır.

Haydi bu muhalden kat’-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri,
mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ı tabiiyenin temasları,
zîhayat mevcudların zahirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki o esbab-ı
maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını,
on defa zahirinden daha muntazam, daha latîf, sanatça daha mükemmeldir.

Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle
yerleşemedikleri, belki tam zahirine de temas edemedikleri küçücük
zîhayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahluklardan daha ziyade sanatça
acib, hilkatçe bedî’ bir surette oldukları halde; o camid, cahil, kaba,
uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz
derece kör, bin derece sağır olmakla olur!

Amma İkinci Mesele:

تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ dir. Yani kendi kendine teşekkül ediyor. İşte bu
cümlenin dahi çok muhalatı var. Çok cihetle bâtıldır, muhaldir. Numune
için muhalatından üç tanesini beyan ederiz.

Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enaniyetin seni o
kadar ahmaklaştırmış ki yüz muhali birden kabul etmeyi, bir derece
hükmediyorsun. Çünkü sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve camid ve
tagayyürsüz değilsin. Belki daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir
makine ve hârika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda
her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık
münasebetiyle, hususan beka-i nev’i itibarıyla alâkadar ve alışverişi
vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebatı bozmamak ve o
alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarını
atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar. Senin münasebatını kâinatta
görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zahirî ve bâtınî duygularınla, o
zerrelerin o hârika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelî’nin kanunuyla hareket
eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, her
bir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, her bir zerre
bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan her bir
zerreye öyle bir göz lâzım ki senin mecmu-u cesedinin her tarafını
görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir
gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının
menbalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar
bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar
aklı olmayanın bir zerresine bin Eflatun kadar bir ilim ve şuur vermek,
bin derece divanece bir hurafeciliktir!

İkinci Muhal: Senin vücudun bin kubbeli hârika bir
saraya benzer ki her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa
verip muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan
daha acibdir. Çünkü o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla
tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalp ve manevî letaiften kat’-ı
nazar, yalnız cesedindeki her bir aza, bir kubbeli menzil hükmündedir.
Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i muvazene ve
intizam ile baş başa verip hârika bir bina, fevkalâde bir sanat, göz ve
dil gibi acib birer mu’cize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tabi birer memur
olmasalar; o vakit her bir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i
mutlak hem her birisine mahkûm-u mutlak hem her birisine misil hem
hâkimiyet noktasında zıt hem yalnız Vâcibü’l-vücud’a mahsus olan ekser
sıfâtın masdarı, menbaı hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette
olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri
olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek;
zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal
olduğunu derk eder.

Üçüncü Muhal: Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan
Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektup olmazsa ve tabiata, esbaba mensup
matbu ise o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri
içinde daireler misillü, binler mürekkebler adedince tabiat kalıplarının
bulunması lâzım gelir.

Çünkü mesela, bu elimizdeki kitap eğer mektup olsa bir tek kalem,
kâtibinin ilmine istinad edip bütün onları yazar. Eğer o, mektup olmazsa
ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuş denilse veya tabiata
verilse o vakit, matbu kitap gibi her bir harfi için ayrı bir demir
kalem lâzımdır ki tabedilsin. Nasıl ki matbaada hurufat adedince demir
harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme
bedel, o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o
hurufat içinde bazen olduğu gibi küçük kalem ile bir büyük harfte bir
sahife –ince hatla– yazılmış ise binler kalem bir tek harf için lâzım
geliyor. Belki birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle, senin
cesedin gibi bir şekil alıyorsa o vakit, her bir dairede, her bir cüz
için o mürekkebat adedince kalıplar lâzım geliyor.

Haydi, yüz muhal içinde bulunan bu tarzı, mümkün desen dahi bu
muntazam sanatlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri
yapmak için yine bir tek kaleme verilmezse o kalemler, o kalıplar, o
demir harflerin yapılması için onların adetlerince yine kalemler,
kalıplar ve harfler lâzım. Çünkü onlar da yapılmışlar ve onlar da
muntazam sanatlıdırlar. Ve hâkeza müteselsilen gittikçe gidecek…

İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki senin zerratın adedince
muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan,
bu dalaletten vazgeç!

Üçüncü Kelime

اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor.
İşte bu hükmün çok muhalatı var. Numune için üçünü zikrediyoruz.

Birincisi: Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta
görünen basîrane, hakîmane olan sanat ve icad, Şems-i Ezelî’nin kalem-i
kader ve kudretine verilmezse belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata
ve kuvvete isnad edilse lâzım gelir ki tabiat; icad için her şeyde
hadsiz manevî makine ve matbaaları bulundursun veyahut her şeyde,
kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin.

Çünkü nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik
cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî
güneşçikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki bir
kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve
güneşin hâsiyetlerine mâlik, zahiren küçük, manen çok derin bir güneşin
haricî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince tabiî güneşleri
kabul etmek lâzım geldiği gibi…

Aynen bu misal gibi mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i
Ezelî’nin cilve-i esmasına verilmezse her bir mevcudda, hususan her bir
zîhayatta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet
taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdeta bir ilahı içinde kabul etmek
lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise kâinattaki muhalatın en bâtılı en
hurafesidir. Hâlık-ı kâinat’ın sanatını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz
bir tabiata veren insan; elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha
şuursuz olduğunu gösterir.

İkinci Muhal: Eğer gayet intizamlı, mizanlı,
sanatlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zata
verilmezse, belki tabiata isnad edilse lâzım gelir ki tabiat; her bir
parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince
makineleri, matbaaları bulundursun. Tâ o parça toprak, menşe ve tezgâh
olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar
olabilsin.

Çünkü çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak içine
tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil
ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil
görülüyor.

Eğer Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse o vakit, o kâsedeki toprakta, her
bir çiçek için manevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal
vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi maddeleri
birdir. Yani müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza, karbon, azotun
intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber
hava, su, hararet, ziya dahi her biri basit ve şuursuz ve her şeye karşı
sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı
ayrı ve gayet muntazam ve sanatlı olarak o topraktan çıkması, bilbedahe
ve bizzarure iktiza ediyor ki o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa
kadar, manevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ
ki bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları
dokuyabilsin.

İşte tabiiyyunların fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akıldan hariç
saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak
sarhoşlar “Mütefennin ve akıllıyız.” diye dava ettikleri halde, akıl ve
fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün
olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve
tükür!

Eğer desen: Mevcudat, tabiata isnad edilse
böyle acib muhaller olur, imtina derecesinde müşkülat olur; acaba Zat-ı
Ehad ve Samed’e verildiği vakit, o müşkülat nasıl kalkıyor? Ve o
suubetli imtina, o suhuletli vücuba nasıl inkılab eder?

Elcevap: Birinci Muhal’de nasıl ki güneşin
cilve-i in’ikası, kemal-i suhuletle, külfetsiz en küçük zerrecik camdan
tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî
güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten
nisbeti kesilse o vakit her bir zerrecikte, tabiî ve bizzat bir güneşin
haricî vücudu imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi, kabul edilmek
lâzım gelir.

Öyle de her bir mevcud, doğrudan doğruya Zat-ı Ehad ve Samed’e
verilse vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık ile ve bir intisap
ve cilve ile her bir mevcuda lâzım her bir şey, ona yetiştirilebilir.

Eğer o intisap kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve her bir
mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüz
bin müşkülat ve suubetle sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir
fihristesi olan gayet hârika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör
tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi
olduğunu farz etmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil belki binler
muhaldir.

Elhasıl, nasıl ki Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un şerik ve naziri
mümteni ve muhaldir. Öyle de rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının
müdahalesi, şerik-i zatî gibi mümteni ve muhaldir.

Amma ikinci muhaldeki müşkülat ise müteaddid risalelerde ispat
edildiği gibi eğer bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse bütün eşya, bir tek
şey gibi suhuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse bir
tek şey, umum eşya kadar müşkülatlı olduğu, müteaddid ve kat’î
bürhanlarla ispat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki:

Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle
intisap etse o memur ve o asker o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa
kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına
bazen bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin
cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O
intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i
istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler,
şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler, bir ordu
eseri misillü hârika olabilir.

Nasıl ki karınca, o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harap
ediyor. Sinek o intisap ile Nemrut’u gebertiyor. Ve o intisap ile buğday
tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını
yetiştiriyor. (Hâşiye[2])

Eğer o intisap kesilse, o memuriyetten terhis edilse yapacağı işlerin
cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O
vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane
adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri
bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve
belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir
ki güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar
dahi bu hayalden utanıyorlar!..

Elhasıl: Vâcibü’l-vücud’a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

Üçüncü Muhal: Bu muhali izah edecek bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

Birinci Misal: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve
tezyin edilmiş, hâlî bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya; gayet
vahşi bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam sanatlı eşyayı
görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, hariçten kimse müdahale etmeyip o
saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı müştemilatıyla beraber yapmıştır
diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil
görmüyor ki o şey bunları yapsın.

Sonra o sarayın teşkilat programını ve mevcudat fihristesini ve idare
kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz
ve çekiçsiz olan o defter dahi sair içindeki şeyler gibi hiçbir
kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar
kalarak bilmecburiye, eşya-yı âhere nisbeten, kavanin-i ilmiyenin bir
unvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar
gördüğünden “İşte bu defterdir ki o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip
bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş.” diyerek vahşetini; ahmakların,
sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan daha
muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu
saray-ı âlemin içine, inkâr-ı uluhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan
vahşi bir insan girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı
Vâcibü’l-vücud’un eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i’raz
ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i İlahînin yazar bozar bir levhası
hükmünde ve kudret-i İlahiyenin kavanin-i icraatına tebeddül ve
tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “Tabiat”
namı verilen bir mecmua-i kavanin-i âdât-ı İlahiye ve bir fihriste-i
sanat-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki:

“Madem bu eşya bir sebep ister, hiçbir şeyin bu defter gibi
münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki gözsüz,
şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz
bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem Sâni’-i Kadîm’i
kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmış ve yapar
diyeceğim.” der. Biz de deriz:

Ey ahmaku’l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat
bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyarata kadar bütün
mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret
ettikleri bir Sâni’-i Zülcelal’i gör ve o sarayı yapan ve o defterde
sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelî’nin cilvesini gör, fermanına
bak, Kur’an’ını dinle, o hezeyanlardan kurtul!

İkinci Misal: Gayet vahşi bir adam muhteşem bir
kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî beraber
talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir
tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş
ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın,
devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile kumandasını anlamayıp inkâr
ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül
eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünür; hayrette
kalır.

Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, cuma gününde
dâhil olur. O cemaat-i müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir,
secde ederek oturduklarını müşahede eder. Manevî ve semavî kanunların
mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen
manevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle
bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül
ederek en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek
derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte aynı bu misal gibi Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz cünudunun
muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelî’nin muntazam bir
mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı
taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen
nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek
ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin
şeriat-ı fıtriye-i kübrasının manevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan
ahkâmlarını ve düsturlarını birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde
tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve
yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad
vermek, sonra da onlara “Tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i
kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr
telakki etmek; misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!

Elhasıl, tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabiat
dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise ancak bir
sanat olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır,
hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i
izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz.
Kanundur, kudret değildir; kādir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.

Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Nota’nın başında denildiği gibi mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün her birinin üç zahir muhaller ile butlanı, kat’î bir surette ispat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan vahdet yolu, kat’î bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise baştaki اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyeti, şeksiz ve şüphesiz bedahet derecesinde Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un uluhiyetini ve her şey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.

Ey esbab-perest ve tabiata tapan bîçare adam! Madem her şeyin
tabiatı, her şey gibi mahluktur çünkü sanatlıdır ve yeni oluyor. Hem her
müsebbeb gibi zahirî sebebi dahi masnûdur. Ve madem her şeyin vücudu,
pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o
sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak’ın ne
ihtiyacı var ki âciz vesaiti, rububiyetine ve icadına teşrik etsin.
Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebep ile beraber halk ederek,
cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için bir tertip ve tanzim ile
zahirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zahirî kusurlara,
merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için esbab ve tabiatı
dest-i kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın; sonra saati çarklarla
tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa hârika bir makineyi, o
çarklar içinde yapsın; sonra saatin yapılmasını o makinenin camid
ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân
haricinde değil midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol!

Veyahut bir kâtip; mürekkep, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi
bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, kalem
içinde o kitaptan daha sanatlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba
mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin; sonra o şuursuz makineye
“Haydi sen yaz!” desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz
defa yazıdan daha müşkül değil midir?

Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan
makinenin icadı, o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine,
aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki
bir kolaylık var?

Elcevap: Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle
nihayetsiz cilve-i esmasını her vakit tazelendirmekle, ayrı ayrı şekilde
göstermek için eşyadaki teşahhusları ve hususi simaları öyle bir
surette halk etmiştir ki hiçbir mektub-u Samedanî ve hiçbir kitab-ı
Rabbanî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor. Alâküllihal, ayrı
manaları ifade etmek için ayrı bir siması bulunacak.

Eğer gözün varsa insanın simasına bak, gör ki zaman-ı Âdem’den
şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simada, aza-yı esasîde
ittifak ile beraber her bir sima, umum simalara nisbeten, her birisine
karşı birer alâmet-i farikası var olduğu kat’iyen sabittir.

Bunun için her bir sima, ayrı bir kitaptır. Yalnız sanatın tanzimi
için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve telif ister. Ve
maddelerini hem getirmek hem yerleştirmek ve hem de vücuda lâzım olan
her şeyi dercetmek için bütün bütün başka bir tezgâh ister.

Haydi, farz-ı muhal olarak tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat
bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani muayyen intizamını kalıba
sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül
bir zîhayatın cismindeki maddeleri, aktar-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve
has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için
yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlak’ın kudret ve iradesine
muhtaçtır. Demek, bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün manasız
bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitap misalleri gibi Sâni’-i Zülcelal, Kādir-i külli
şey’, esbabı halk etmiş; müsebbebatı da halk ediyor. Hikmetiyle,
müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair
kavanin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı
İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir âyine ve bir
ma’kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın
vücud-u haricîye mazhar olan vechini, kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o
tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezcetmiş. Acaba gayet derecede
makul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha
kolaydır? –Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir?– Yoksa camid,
şuursuz, mahluk, masnû, basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz
maddelere, her bir şeyin vücuduna lâzım hadsiz cihazat ve âlâtı verip
hakîmane, basîrane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha
kolaydır? –Acaba imtina derecesinde, imkân haricinde değil midir?–
Senin, o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.

Münkir ve tabiat-perest diyor ki:

Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki şimdiye kadar
yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal hem gayet zararlı ve nihayet
derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sâbık
tahkikatınızdan zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki esbaba, tabiata
icad vermek mümtenidir, muhaldir. Ve her şeyi doğrudan doğruya
Vâcibü’l-vücud’a vermek vâcibdir, zarurîdir. Elhamdülillahi ale’l-iman
deyip iman ediyorum.

Yalnız bir şüphem var: Cenab-ı Hakk’ın
Hâlık olduğunu kabul ediyorum fakat bazı cüz’î esbabın ehemmiyetsiz
şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmaları,
saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?

Elcevap: Bazı risalelerde gayet kat’î ispat
ettiğimiz gibi; hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ en
edna bir hâkim, bir memur; daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini
kabul etmiyor. Hattâ hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar
padişahlar –halife oldukları halde– masum evlatlarını katletmeleri, bu
“redd-i müdahale kanunu”nun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini
gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut tâ bir memlekette iki padişaha
kadar, hâkimiyetteki istiklaliyetin iktiza ettiği “men’-i iştirak
kanunu” tarih-i beşerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiş.

Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin
bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini
men’etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında
istiklaliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör, sonra
hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde ve âmiriyet-i mutlaka uluhiyet
derecesinde ve istiklaliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde ve
istiğna-yı mutlak kādiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zat-ı Zülcelal’de,
bu redd-i müdahale ve men’-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o
hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcib bir muktezası olduğunu kıyas
edebilirsen et.

Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı
cüz’iyatın bazı ubudiyetlerine merci olsa, o Mabud-u Mutlak olan Zat-ı
Vâcibü’l-vücud’a müteveccih zerrattan seyyarata kadar mahlukatın
ubudiyetlerinden ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîm’i,
kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip en mükemmel meyvesini zîşuur ve
zîşuurun içinde en câmi’ meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en
ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve
semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti; o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i
Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o
Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek
meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün
hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi?
Hâşâ ve kellâ… Hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda
mahlukatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi, hiç müsaade
eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı
ef’aliyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlukatının şükür ve
minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubudiyetlerini başka esbaba vermekle
kendini unutturup kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir mi? Ey
tabiat-perestlikten vazgeçen arkadaş! Haydi sen söyle!

O diyor: Elhamdülillah, bu iki şüphem hallolmakla beraber,
vahdaniyet-i İlahiyeye dair ve Mabud-u Bi’l-hak o olduğuna ve ondan
başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil
gösterdin ki onları inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir
mükâberedir.

Hâtime

Tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve imana gelen zat diyor ki: Elhamdülillah, benim şüphelerim kalmadı; yalnız merakımı mûcib olan birkaç sualim var.

Birinci Sual: Çok tembellerden ve
târikü’s-salâtlardan işitiyoruz, diyorlar ki Cenab-ı Hakk’ın bizim
ibadetimize ne ihtiyacı var ki Kur’an’da çok şiddet ve ısrar ile ibadeti
terk edeni zecredip cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor.
İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’aniyeye nasıl
yakışıyor ki ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şiddeti
gösteriyor?

Elcevap: Evet, Cenab-ı Hak senin ibadetine,
belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen
hastasın. İbadet ise manevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok
risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında,
şefkatli bir hekimin ona nâfi’ ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara
mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar
ediyorsun?” Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’an’ın terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli
cezaları ise nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek
için âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre,
şiddetli cezaya çarpar.

Öyle de ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı ezel ve ebed’in
raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve
manevî bir zulüm eder. Çünkü mevcudatın kemalleri, Sâni’e müteveccih
yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terk eden,
mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit
ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer
mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî
makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid,
perişan bir vaziyette telakki ettiğinden mevcudatı tahkir eder;
kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.

Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı
kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için
bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı
kalbîsine göre gösteriyor.

Mesela, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı
ağlar ve meyus suretinde görür; gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve
kemal-i neşesinden gülen bir adam, kâinatı neşeli, güler gördüğü gibi;
mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam,
mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını
bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden
adam; mevcudatı, hakikat-i kemalâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata
bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.

Hem o târikü’s-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için kendi
mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin
hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için dehşetli tehdit eder. Hem
netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden,
hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne
geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhasıl: İbadeti terk eden hem kendi
nefsine zulmeder –nefsi ise Cenab-ı Hakk’ın abdi ve memlûküdür– hem
kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasıl
ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi kâinatın
kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlahiyeye karşı bir tecavüz
olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.

İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikati ifade etmek için Kur’an-ı
Mu’cizü’l-Beyan, mu’cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar
ederek, tam tamına hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale
mutabakat ediyor.

İkinci Sual: Tabiattan vazgeçen ve imana gelen zat diyor ki:

Her mevcud, her cihette, her işinde ve her şeyinde ve her şe’ninde
meşiet-i İlahiyeye ve kudret-i Rabbaniyeye tabi olması, çok azîm bir
hakikattir. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sıkışmıyor. Halbuki
gözümüzle gördüğümüz bu nihayet derecede mebzuliyet hem hilkat ve icad-ı
eşyadaki hadsiz suhulet hem sâbık bürhanlarınızla tahakkuk eden vahdet
yolundaki icad-ı eşyada nihayet derecede kolaylık ve suhulet hem nass-ı
Kur’an ile beyan edilen مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ
وَاحِدَةٍ ۞ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ
اَقْرَبُ gibi âyetlerin sarahaten gösterdikleri nihayet derecede
kolaylık, o hakikat-i azîmeyi, en makbul ve en makul bir mesele olduğunu
gösteriyorlar. Bu kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?

Elcevap: Yirminci Mektup’un Onuncu Kelimesi
olan وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ beyanında, o sır gayet vâzıh ve
kat’î ve mukni bir tarzda beyan edilmiş. Hususan o mektubun zeylinde
daha ziyade vuzuh ile ispat edilmiş ki bütün mevcudat, Sâni’-i Vâhid’e
isnad edildiği vakit, bir tek mevcud hükmünde kolaylaşır. Eğer Vâhid-i
Ehad’e verilmezse bir tek mahlukun icadı, bütün mevcudat kadar
müşkülleşir ve bir çekirdek, bir ağaç kadar suubetli olur.

Eğer Sâni’-i Hakiki’sine verilse kâinat bir ağaç gibi ve ağaç bir
çekirdek gibi ve cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi
kolaylaşır, suhulet peyda eder. Ve bilmüşahede görünen hadsiz mebzuliyet
ve ucuzluğun ve her nev’in suhuletle kesret-i efradı bulunmasının ve
kesret-i suhulet ve süratle muntazam, sanatlı, kıymetli mevcudatın
kolayca vücuda gelmesinin sırlarına medar olan ve hikmetlerini gösteren
yüzer delillerinden ve başka risalelerde tafsilen beyan edilen bir
ikisine muhtasar bir işaret ederiz.

Mesela, nasıl ki yüz nefer, bir zabitin idaresine verilse; bir
neferin, yüz zabitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay
olduğu gibi bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi; bir merkez, bir kanun,
bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, âdeta kemiyeten bir
neferin teçhizatı kadar kolaylaştığı gibi bir neferin teçhizat-ı
askeriyesi; müteaddid merkezlere, müteaddid fabrikalara, müteaddid
kumandanlara havalesi de âdeta bir ordunun teçhizatı kadar kemiyeten
müşkülatlı oluyor. Çünkü bir tek neferin teçhizatı için bütün orduya
lâzım olan fabrikaların bulunması gerektir.

Hem bir ağacın sırr-ı vahdet cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir
kanun ile mevadd-ı hayatiyesi verildiğinden binler meyve veren o ağaç,
bir meyve kadar suhuletli olduğu bilmüşahede görünür. Eğer vahdetten
kesrete gidilse, her bir meyveye lâzım mevadd-ı hayatiye başka yerden
verilse her bir meyve, bir ağaç kadar müşkülat peyda eder. Belki ağacın
bir enmuzeci ve fihristesi olan bir tek çekirdek dahi o ağaç kadar
suubetli olur. Çünkü bir ağacın hayatına lâzım olan bütün mevadd-ı
hayatiye, bir tek çekirdek için de lâzım oluyor.

İşte bu misaller gibi yüzler misaller var gösteriyorlar ki vahdette,
nihayet derecede suhuletle vücuda gelen binler mevcud, şirkte ve
kesrette, bir tek mevcuddan daha ziyade kolay olur.

Sair risalelerde bu hakikat iki kere iki dört eder derecede ispat
edildiğinden, onlara havale edip, burada yalnız bu suhulet ve kolaylığın
ilim ve kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniye nokta-i nazarında gayet
mühim bir sırrını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Sen bir mevcudsun. Eğer Kadîr-i Ezelî’ye kendini versen; bir kibrit
çakar gibi hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda
halk eder. Eğer sen kendini ona vermezsen, belki esbab-ı maddiyeye ve
tabiata isnad etsen o vakit sen, kâinatın muntazam bir hülâsası, meyvesi
ve küçük bir fihristesi ve listesi olduğundan; seni yapmak için kâinatı
ve anâsırı ince elek ile eleyip hassas ölçülerle aktar-ı âlemden senin
vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir.

Çünkü esbab-ı maddiye yalnız terkip eder, toplar. Kendilerinde
bulunmayanı; hiçten, yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i akıl yanında
musaddaktır. Öyle ise küçük bir zîhayatın cismini aktar-ı âlemden
toplamaya mecbur olurlar.

İşte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalalette ne kadar müşkülat var olduğunu anla!

İkincisi, ilim noktasında hadsiz bir suhulet vardır. Şöyle ki:

Kader, ilmin bir nev’idir ki her şeyin manevî ve mahsus kalıbı
hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o miktar-ı kaderî, o şeyin vücuduna
bir plan, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit, gayet
suhuletle o kaderî miktar üstünde icad eder.

Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i
Zülcelal’e verilmezse –sâbıkan geçtiği gibi– binler müşkülat değil belki
yüz muhalat ortaya düşer. Çünkü o miktar-ı kaderî ve miktar-ı ilmî
olmazsa binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde
istimal edilmek lâzım gelir.

İşte vahdette nihayetsiz kolaylık ve dalalette ve şirkte hadsiz
müşkülatın bir sırrını anla وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ
الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ âyeti, ne kadar hakikatli ve doğru ve
yüksek bir hakikati ifade ettiğini bil!

Üçüncü Sual: Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedi diyor ki: Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: “Hiçten hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor yalnız bir terkip bir tahlildir ki kâinat fabrikasını işlettiriyor.”

Elcevap: Nur-u Kur’an ile mevcudata
bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki tabiat ve esbab
vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülat ve vücudlarını –sâbıkan ispat
ettiğimiz tarzda– imtina derecesinde müşkülatlı gördüklerinden, iki
kısma ayrıldılar.

Bir kısmı sofestaî olup, insanın hâssası olan akıldan istifa ederek,
ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi;
hattâ kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini; dalalet mesleğinde
esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay
gördüklerinden hem kendilerini hem kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka
düşmüşler.

İkinci güruh bakmışlar ki dalalette, esbab ve tabiat mûcid olmak
noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkülatı var ve
tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye
icadı inkâr ediyorlar “Yoktan var olmaz.” diyorlar ve idamı da muhal
görüyorlar “Var yok olmaz.” hükmediyorlar. Yalnız harekât-ı zerrat ile
tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak
suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar.

İşte sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek
akıllı kendini zanneden adamları gör ve dalalet, insanı ne kadar
maskara ve süflî ve echel yaptığını bil, ibret al!

Acaba her senede, dört yüz bin envaı birden zemin yüzünde icad eden
ve semavat ve arzı altı günde halk eden ve altı haftada, her baharda,
kâinattan daha sanatlı, hikmetli zîhayat bir kâinatı inşa eden bir
kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde, planları ve miktarları
taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi göze göstermeyen bir ecza ile yazılan
ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillü, gayet
kolay o ma’dumat-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî
vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek; evvelki
güruh olan sofestaîlerden daha ziyade ahmakane ve cahilanedir.

Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyarîden başka
ellerinde olmayan firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi idam ve yok
edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan icad
edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad
gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da
yok olmaz.” deyip bu bâtıl ve hata düsturu, Kadîr-i Mutlak’a teşmil
etmek istiyorlar.

Evet, Kadîr-i Zülcelal’in iki tarzda icadı var. Biri, ihtira ve ibda
iledir. Yani hiçten, yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de
hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri, inşa ile sanat iledir. Yani
kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik
hikmetler için kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her
emrine tabi olan zerratları ve maddeleri, rezzakıyet kanunuyla onlara
gönderir ve onlarda çalıştırır.

Evet, Kādir-i Mutlak’ın iki tarzda hem ibda hem inşa suretinde icadı
var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay en suhuletli, belki
daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva-ı zîhayat
mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün
keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, “Yoğu var
edemez!” diyen adam, yok olmalı!

Tabiatı bırakan ve hakikate geçen zat diyor ki: Cenab-ı Hakk’a zerrat adedince şükür ve hamd ü sena ediyorum ki kemal-i imanı kazandım, evham ve dalaletlerden kurtuldum ve hiçbir şüphem de kalmadı.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى دٖينِ الْاِسْلَامِ وَ كَمَالِ الْاٖيمَانِ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

[1] Hâşiye:
Bu risalenin sebeb-i telifi; gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir
tarz ile hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye
hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’an’a hücum edilmesidir.
O hücum ise şiddetli bir hiddeti (kalbe) kaleme verdi ki şiddetli ve
galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheplilere
yedirdi.

Yoksa Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir.

[2] Hâşiye:
Evet, eğer intisap olsa o çekirdek, kader-i İlahîden bir emir alır, o
hârika işlere mazhar olur. Eğer o intisap kesilse o çekirdeğin hilkati,
koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve sanatı
iktiza eder. Çünkü dağdaki, kudret eseri olan mücessem çam ağacının
bütün azaları ve cihazatıyla o çekirdekteki, kader eseri olan manevî
ağaçta mevcud bulunması lâzım gelir. Çünkü o koca ağacın fabrikası, o
çekirdektir. İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder,
cismanî çam ağacı olur.