Üsküdar Üniversitesi, UNESCO’nun 15 Aralık’ı “Dünya Türk Dili Ailesi Günü” olarak ilan etmesi kapsamında “Medeniyet Dili Olarak Türkçe” paneli düzenledi. Etkinlikte Türkçenin bilim ve medeniyet dili olarak taşıdığı imkanlar ile Risale-i Nur’un dile sunduğu katkılar ve edebi anlatım metotları da çok yönlü biçimde ele alındı.
Risale-i Nur Araştırmaları Platformu (RİNAP) tarafından 11 Aralık 20205 Perşembe günü Merkez Yerleşke Nermin Tarhan Konferans salonunda düzenlenen programın moderatörlüğünü Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Nafi Yalçın yaptı.
Gerçekleştirilen panele panelist olarak, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hanifi Vural, İbni Haldun Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Muhammet Gür, İstinye Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Gündoğdu konuşmacı olarak katıldı. Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan ise panelin açılış konuşmasını yaptı.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Kültürler baba kompleksi yaşayabilir”
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, düzenlenen panelin açılış konuşmasını gerçekleştirdi. Tarhan; “UNESCO’nun 15 Aralık’ı Dünya Türk Dili Ailesi Günü olarak ilan etmesi vesilesiyle biz de Risale-i Nur Araştırma Merkezi olarak Risale-i Nur eserlerinin Türk diline sessiz ama çok büyük bir hizmet sunduğunu düşünüyoruz. Bu hizmeti burada ele almak, tartışmak ve değerlendirmek istedik. Bu kapsamda dilbilimcilerle birlikte dilin kültürdeki rolünü, geçmişle gelecek arasında nasıl bir köprü olabileceğini ve geçmişte yapılan hatalardan nasıl dersler çıkarılabileceğini konuşup tartışmayı amaçladık. Benim burada özellikle dikkatimi çeken nokta baba kompleksi meselesidir. Bir çocuk düşünelim, babasına karşı düşmanlık ve nefret duygularıyla büyümüşse, o çocuk adeta yetim gibi büyür. Yani sadece anneyle büyümüştür ve bu durum o çocukta ciddi bir kimlik karmaşasına yol açar. Bu çocuğun ileri yaşlardaki olgunlaşması ciddi biçimde olumsuz etkilenir. Bu nedenle çoğu zaman tedavi, rehabilitasyon ya da en azından sosyal destekle bu eksiklerin telafi edilmesi gerekir. Bireylerde baba kompleksi yaşanabildiği gibi kültürler de baba kompleksi yaşayabilir. Biz maalesef modernleşmeyi, kendi kültürümüzü terk ederek yürütmeye çalıştık. Bu özellikle Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet döneminde doruk noktasına ulaşan bir süreçtir. Oysa kendi kültürümüzü terk ederek modernleşmek zorunda değildik. Kendi kültürümüzü koruyarak modernleşmeyi başarmamız gerekirdi. Bugün kendi kültürümüzü reddetmenin en belirgin örneklerinden biri de dil konusunda sergilenen karşı duruş, dile yönelik tavırlar ve geçmişle kurulan dil bağlarının koparılmasıdır.” şeklinde konuştu.
“Gençlerin kültürel baba kompleksiyle yüzleşmesi gerekiyor”
Kültürel baba kompleksinin nasıl aşılacağından bahseden Tarhan; “Biz şu anda ne tam anlamıyla doğuluyuz ne de batılıyız, ciddi bir kültürel kriz içindeyiz. Kültürel olgunlaşmamızı ve kimlik karmaşamızı bir türlü aşamıyoruz. Toplum olarak bir şekilde kutuplaşmalarla yolumuza devam ediyoruz ama çok şükür kötüye değil, iyiye doğru gidiyoruz. Ancak bununla yüzleşmek zorundayız. Özellikle gençlerin bu kültürel baba kompleksiyle yüzleşmesi gerekiyor. Bu konuyla ilgili ünlü psikiyatrist Vamık Volkan da ‘Türkiye baba kompleksi yaşıyor.’ diyor. Hatta ‘Yasını aşamadı.’ ifadesini kullanıyor. Osmanlı’nın yasını aşamadığını söylüyor. Çünkü bir baba vefat ettiğinde insan yasını yaşar, vedasını yapar. Biz Osmanlı’dan sonra yeni bir sistem kurduk. Bu çağ için doğru bir sistem olan Cumhuriyet’i inşa ettik. Zaten bugün saltanat devam etsin diye savunan kimse yok. Ancak Cumhuriyetle devam ederken babayla vedalaşmak, babayla barışmak ve onun olumlu yönlerini kabul etmek gerekiyordu. Onu yok saymak ya da düşman ilan etmek doğru değildi. Bu barışmayı bundan sonra atalarımızla yapmak zorundayız. Aksi halde bir grup aşırı yenilikçi oluyor. Tamamen Batı kültürüne öykünen, kendi kültürünü reddeden bir kesim ortaya çıkıyor. Diğer tarafta ise tamamen gelenekçi, sadece geçmişe odaklanan bir grup oluşuyor. Türkiye bu iki ifrat ve tefrit arasında savruluyor. Oysa burada bir sentez yapmamız gerekiyor. Bu sentez konusunda özellikle 1950’den sonra tek partili dönemden çok partili döneme geçişle birlikte önemli adımlar atıldı. Bugün de bu senteze dair gelişmeler var. Gelenekli olmak iyidir ancak gelenekçi olmak sakıncalıdır. Yani mesele atalarımızın doğrularını alıp onların yaşadığı dönemde yaşamaya çalışmak değil onların doğrularını alıp bugünün şartları ve bugünün diliyle yaşamaktır. Bunu başarabildiğimizde, bu kültürel baba kompleksini de aşmış oluruz.” ifadelerini kullandı.
“Dil hem üretir hem de yaşatır”
Dilin yeni kavramlar üretmesi gerektiğine vurgu yapan Tarhan; “Dil canlıdır hem üretir hem de yaşatır. Dilin yeni kavramlar üretmesi gerekir. Azerbaycan’a gittiğimizde, Risale-i Nur eserlerini orada okuyanların metinleri çok iyi anladığını görüyoruz. Ancak Türkiye’deki gençler aynı metinleri anlamakta zorlanıyor. Bu durum, dil açısından kuşaklar arasında çok hızlı bir kopuş yaşandığını gösteriyor. Mesela bir İngiliz Shakespeare’i okuyup anlayabiliyor, bir İtalyan İlahi Komedya’yı okuyup anlayabiliyor. Biz ise Mehmet Akif’i bile anlamakta zorlanıyoruz. Bu ciddi bir meseledir. Buna karşılık Risale-i Nur eserlerini okuyanların metni anlayabildiğini görüyoruz. Bence bu durum Risale-i Nur eserlerinin topluma sunduğu sessiz ama çok önemli bir hizmettir. Bunun görülmesinde fayda var. Bu konuya emek veren, Türk dilini 300 milyondan fazla insanın kullandığı küresel bir dil olarak kabul eden Birleşmiş Milletler UNESCO’ya bu vesileyle şükranlarımı sunuyorum.” dedi.
Tarhan’ın açılış konuşmasının ardından panele geçildi.

“Medeniyet Dili Olarak Türkçe” paneli gerçekleşti
Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Nafi Yalçın moderatörlüğünde Medeniyet Dili Olarak Türkçe paneli başladı.
Yalçın, panelin amacının Türkçenin tarihi gelişim aşamalarını, kültürel zenginliğini, söz varlığı ve birikimini derinlemesine ele almak ve Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserleriyle Türkçe’ye hizmet ve katkılarını gözler önüne sermek olduğu söyledi.

Prof. Dr. Hanifi Vural: “Dillerin tarihi, belgelerin varlığıyla başlar”
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hanifi Vural program kapsamında “Türk Dilinin Tarihî Seyri: Yazı Sistemleri ve Söz Varlığı Çerçevesinde Bir Değerlendirme” başlığında konuştu. Vural; “Dillerin tarihi çoğumuzun bildiği gibi yazılı metinlerin ve belgelerin varlığıyla başlar. Türk dilinin tarihi dönemleri arasında yer alan Altay Devri, En Eski Türkçe Devri ve İlk Türkçe Devri daha çok varsayımsal, hipotetik yaklaşımlara ve birtakım akıl yürütmelere dayanan tasniflerdir. Ufak tefek emarelerden hareketle böyle bir sınıflandırma yapılmıştır. Köktürk Abidelerinin bulunmasından itibaren biraz da geriye gidildiğinde, Türk dili 6’ncı yüzyıldan günümüze kadar zengin bir medeniyetin ve kültürün taşıyıcısı olarak varlığını sürdürmüş, hayatiyetini devam ettirmiştir. Doğudan batıya yaklaşık 6–7 bin kilometrelik, güneyden kuzeye ise yaklaşık 3 bin kilometrelik geniş bir coğrafyada konuşulan Türkçe, bugün yedi ayrı devletin resmi dilidir. Bunun yanında yaklaşık 13 ülkede ikinci dil konumundadır. Ayrıca bazı ülkelerde yaşayan Türk vatandaşlarımız dolayısıyla Türkçe, bu ülkelerde de yerleşik bir ikinci dil niteliği taşımaktadır. Bu yaygınlığıyla Türkçe, dünya dilleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Bugün modern Türkçe ya da günümüz Türkçesi dediğimiz yapının 20 ayrı lehçesi bulunmaktadır. Buna Çuvaşça ve Altayca da dahil edildiğinde bu sayı 22’ye çıkmaktadır.” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç: “Gelenek karşılıklı bir süreçtir”
Panel kapsamında İbni Haldun Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, “Risale-i Nurların İslam Bilim Geleneğinin Dilini Koruması” konusunda değerlendirmeler yaptı. Açıkgenç; “İslam bilim geleneğinden ne anladığımızı açıklamamız gerekir. Burada gelenek kavramı geçiyor. Hepimizin günlük hayatta bildiği bir kavramdır. Gelenek, aslında toplumda oluşmuş örf ve adetlerin tek tek ya da topyekûn ele alınması şeklinde düşünülebilir. Toplumda gelişmiş bir örf ve adet vardır bununla ilgili bir gelenek oluşmuştur ve elbette o geleneğe göre hareket edilir. Yani bu rastgele ortaya çıkan bir durum değildir. Bunun gibi toplumda pek çok gelenek sayılabilir, yemek kültürü de bunlardan biridir. Biz bu gelenekleri doğup büyürken çevremizden öğreniriz. Çevremizi izleyerek birtakım intibalar edinir, nasıl yapıldığını görür ve buna göre biz de aynı şekilde davranmaya çalışırız. Gelenek, karşılıklı bir süreçtir hem geleneğin bize katkısı vardır hem de bizim geleneğe katkımız vardır. Toplum içerisinde gelenek elbette gelişen bir olgudur ancak bu gelişim çok yavaş olur. Malum, örf ve adetlerde bir miktar tutuculuk vardır, kolay kolay değişmezler. Ancak belli bir zaman geçtikten sonra değişim mümkün olabilir. Bilimler de benzer şekilde işler. Bu durum bilim felsefesinde ancak son dönemlerde gündeme gelmeye başlamıştır, bilim gelenekleri kavramı bu çerçevede ortaya çıkmıştır. Biz bilim yaparken içinde bulunduğumuz toplumda geçmiş alimlerimizin ve bilim insanlarımızın geliştirdiği bir yapılanma vardır, bunu örnek alırız. Bilimsel faaliyetlerimizi bu yapılanmaya göre sürdürürüz. Bu geleneği de aldığımız bilimsel eğitim sürecinde öğrenir ve o şekilde bilim yapmaya devam ederiz.” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Muhammet Gür: “Lisan ile ruh arasındaki ilişki kilit ile anahtar gibidir”
Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Muhammet Gür, panel kapsamında “Bediüzzaman’ın Türk Diline Hizmetlerini” anlattı. Gür; “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıtadır. Zaten insan denince akla ilk gelen özellik onun düşünebilmesi ve düşündüklerini beyan edebilmesidir. Bunu Kur’anî metotla da kolayca tespit edebiliyoruz. Malumunuz, ‘Halakal insan’ ayeti öncesindeki ayetler bir delil ve ispat mahiyetindedir. Rahman, insanı güzel bir şekilde yarattığını ifade eder, ardından ‘allemel Kur’ân’ buyurarak düşünmeyi, kıraati ve okumayı öğrettiğini belirtir. ‘İkra’yı öğretti. Ancak insanın güzel yaratıldığının en kesin delili olarak ona beyan kabiliyetinin verilmesini gösterir, ‘allemehül beyan’. Dil ile insan arasındaki temel ilişki buradan kaynaklanır. Dil ile ikrar edilmediğinde iman bile tamam olmuyor. İman, kalp ile tasdik edilir ama lisan ile ikrar edilmesi gerekir. Yani lisan, gönlün tercümanıdır. Lisan elbette gönül ve ruhla kıyaslanamayacak kadar farklı bir şeydir ancak büyükten beklenen fayda küçüğe mütevakkıfsa, hazinenin anahtarı olmadan o hazineden faydalanamazsınız. Dolayısıyla lisan ile ruh arasındaki ilişki, kilit ile anahtar gibidir. Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ‘câz’da bu bağlantıya özellikle dikkat çeker. Bu nedenle lisan, sanatın en üst düzeyde olduğunun da bir göstergesi olarak kabul edilir.” dedi.

Doç. Dr. Mehmet Ali Gündoğdu: “Risale-i Nur, halkın içinden doğmuştur”
İstinye Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Gündoğdu ise panel kapsamında “Türkçe Edebi Bir Eser Olarak Risale-i Nur’da Anlatım Metotları” hakkında konuştu. Gündoğdu; “Fuat Köprülü’nün şaheser kavramı üzerine yazdığı oldukça kapsamlı bir makalesi vardır. Bu makalede Köprülü, Gustave Lanson’dan çok sayıda alıntı yapar hatta büyük ölçüde onun metnini tercüme eder. Aynı şekilde Hippolyte Taine’den de bazı alıntılara yer verir. Bu çerçevede iki farklı yaklaşım karşımıza çıkar. Hippolyte Taine’e göre şaheserler, zamanı aşan eserlerdir. Gustave Lanson ise şaheserleri, dönemi en iyi yansıtan eserler olarak tanımlar. Köprülü ise bu yaklaşımlardan farklı olarak şu tespitte bulunur ‘Aslında şaheserler değil, diğer eserler toplumu daha iyi yansıtır.’ der. Köprülü’nün bu tespiti önemlidir. Çünkü şaheserler çoğu zaman halka inemez genellikle yüksek tabaka aydınlar tarafından yazılır ve halkın gündelik dünyasını yansıtma konusunda sınırlı kalır. Bu nedenle toplumu ifade etme noktasında, diğer eserlerin daha belirleyici olduğu sonucuna ulaşır. Bu bağlamda Risale-i Nur Külliyatı’na baktığımızda farklı bir tabloyla karşılaşırız. Risale-i Nur, yüksek düzeyde ilmî bir eser olmasına rağmen halkın içinden doğmuştur. Dolayısıyla burada iki yaklaşımın bir araya geldiğini söyleyebiliriz. Hem yüksek tabakaya hem de halkın en alt tabakasına hitap edebilen bir eser olarak Risale-i Nur’un, şaheserlik bağlamında son derece önemli bir yeri vardır.” şeklinde konuştu.

Dr. Öğr. Üyesi Nafi Yalçın: “Risale-i Nur’un lisanı imtiyaz kazanacak”
Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Nafi Yalçın, panelin kapanışında konuştu. Yalçın, panelin maksadının Türkçenin tarihî gelişim safhalarını, kültürel zenginliğini, söz varlığı ve birikimini derinlemesine ele almak ve Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserleriyle Türkçe’ye hizmet ve katkılarını gözler önüne sermek olduğu söyledi.
RİNAP’ın kuruluş amacını, Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur Külliyatı üzerine Ulusal ve Uluslararası akademik çalışmalar ve araştırmalar yapmak, akademik toplantılar, eğitim programları ve benzeri çalışmaları yürütmek olarak belirten Dr. Yalçın, bu çerçevede farklı üniversitelerden Türk Dili ve Edebiyatı, Dilbilim, Felsefe, Medeniyet ve Kültür alanında yetkin hocaların değerli birikim ve tecrübelerinden istifade etmek üzere bu paneli düzenlediklerini ifade etti.
Yalçın; “Bediüzzaman’ın hayatında son derece önemli bir proje vardır. Medresetüzzehra Projesi. Bu projede eğitim diliyle ilgili dikkat çekici bir ifade yer alır, “Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caiz.” Bu ifadeden neyi hedeflediğini şu şekilde anlıyoruz: Medrese ve dinî ilimlerin, İslam medeniyetinin ortak dili olan Arapça ile yürütülmesi bilim dili ve yeni ilimlerin ise Türkçe ile icra edilmesi. Buradan Türkçenin bir bilim dili olarak gelişmesinin amaçlandığı açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca bu müessesede mahallî lisan olan Kürtçenin caiz kılınması, millî birlik, dayanışma ve kardeşlik ikliminin tesis edilmesi ve teşviki açısından büyük önem taşımaktadır. Terörsüz Türkiye hedefinin öncelik kazandığı günümüzde, bu tespitin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Paneli Risale-i Nur’dan bir alıntıyla kapatmak istiyorum. Emirdağ Lâhikasında geçen ve konumuzla doğrudan bağlantılı olan bu ifadede şöyle denilmektedir: ‘Kur’ân-ı Kerîm’in ‘Biz her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın.’ mealindeki ayetin ima ve işaretlerinden anlaşılıyor ki şu devirde Türk lisanının sarsıntılar geçirmesine bakılırsa, Risale-i Nur Türkçede lisan üzerinde de imam olacak. Yani yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur’un lisanı kesb-i imtiyaz edecek, imtiyaz kazanacaktır.” dedi.
Düzenlenen panel toplu fotoğraf çekimi ile sona erdi.
Kaynak: Üsküdar Haber Ajansı (ÜHA) –
