Av. Ali Haydar Dereli
TCK m. 141/1’e göre hırsızlık suçu “Zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına yarar sağlamak maksadıyla almak” olarak tanımlanmıştır. Kanun bireysel hırsızlığı tanımlamıştır. Ancak toplumsal olarak yaşanılan çalmak eylemlerinin birçoğu, kanunda doğrudan karşılık bulmasa da, sonuçları açısından hem daha ağır hem de çok üzücüdür.
Çünkü onlar, çalınan bir eşyadan çok daha fazlasını götürür: hafızayı, ahlakı, ortak vicdanı…
Toplum olarak belki de en büyük yanılgımız, “çalmak” fiilini yalnızca el uzatmaya indirgememizdir. Hırsızlığı sadece kanundaki gibi, bir eşyanın el değiştirmesi sandık. Oysa asıl hırsızlık, hayatın dokusuna sinsice işleyen o küçük eksiltmelerde saklıydı. Göz göre göre büyüyen, sonra normalleşen, ardından kültüre dönüşen o karanlık alışkanlıklarda.
Önce ahlaktan çalındı; sahte fatura, haksız kazanç temini akıllı olmak sanıldı.
İtibardan çalındı; yalakalık maharet, dürüst konuşmak, mertlik ise saflık olarak sayıldı.
Adaletten çalındı, kişilere göre değişen hükümler, soruşturmalar yapıldı.
Yapıdan çalındı; kolon inceldi, altında kalındı.
Güvenlikten çalındı; maden çöktü, yangın büyüdü, sel aldı, geride acılar kaldı.
İşten çalındı; mesaide varolan, emekte yok olan görünüşteki çalışanlar çoğaldı.
İşçinin alın terinden çalındı, patron vergiyi unuttu, ekmeğin hakkını ücreti azalttı.
Topraktan çalındı; nimet hormonlu ilaçlarla zehire çevrilip bereket kayboldu.
Siyasetten çalındı; liyakatsiz temsilcilerle, yada bir gecede parti değiştirenlerle seçmenin iradesi havaya savruldu.
Sınavdan çalındı; cevaplar dağıtılıp hakedenin alınteri peşkeş çekildi.
Tarihten çalındı; tarihi eser, mezar, kültür hazineleri birer meta yapıldı.
Yardımdan çalındı; insanlığın sadakası bile zengin kasaya alındı, dilenci zenginler çoğaldı.
Sanattan çalındı; sanatın ruhu yapay seslere teslim edildi, taklit üretilip, emek hırsızlığı çoğaldı.
Yağdan çalındı, boya, bitki, taş toprak katıldı.
Baldan çalındı; şekerle, aromayla tatlandırıldı.
Ve bütün bu olan bitenin ortasında, en çok kendi insanlığımızdan çalındı.
Aslında toplum olarak her şeyden çalındı.
Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yola devam edildi.
Bu çalma, eksiltme kâr sanıldı.
Oysa kâr sandıklarımız dönüp dolaşıp vicdanımızın, ahlakımızın, omurgamızın üzerine kabus gibi çöktü.
Özü kaybettik; Öz doğru olmayınca, Öz’den çıkan
Söz de doğru olmadı, sözü de kirlettik.
Topluma aksetmiş bu büyük fotoğrafın bir köşesinde Gümüşhane de duruyor…
Dağlarına vakar sinmiş, derenin taşı bile sabrı bilen o şehir. Adını madeninden, asaletini yükseklerinden almış bir diyar.
Ama orada da, tıpkı bu ülkenin dört bir yanında olduğu gibi, o küçük eksiltmelerin izleri dolaşıyor.
Bir işin hakkı kırpıldığında Zigana’nın rüzgârı biraz daha sert esiyor sanki.
Bir söz tutulmadığında Harşit’in suyu biraz daha bulanık akıyor.
Bir emanet savrulduğunda Torul’un taşları bile sessizliğini bozuyor.
Bir dürüstlük gölgeye düştüğünde, Gümüşhane’nin o sarsılmaz dağları bile bir anlığına eğiliyor.
Çünkü eksiltme coğrafya tanımaz.
Gümüşhane de, İstanbul da, Kars da, Adana da aynı hikâyenin içinde.
Küçük görülen kusurların büyük bir toplumsal çürümeye dönüşmesi, hikâyesinde.
Biz eksiltmeyi alışkanlığa çevirdikçe, adını gümüşten alanlar şehrimiz bile, gümüşün
parlaklığını değil, gölgesini taşır oldu.
Sonuçta o küçücük “huzur şehri; kadın cinayetine teşebbüs, rehin alınan kadın, intihar eden genç ve tek başına ölü bulunan yaşlı adam hikayesini aynı günde yaşadı.
Çünkü bu mesele bir şehre değil, bir millete dair.
Küçük hırsızlıkları “idare et”, küçük talanları “boş ver”, küçük kaypaklıkları “düzen böyle” diye diye büyüttük. Sonunda eğrilen sadece toplumun dengesi değil, karakterimizin omurgası oldu.
Bugün yaşadığımız her büyük çöküşün dibinde, o küçücük sandığımız eksiltmeler var.
Çalınan şey ne eşyaydı ne para…
Çalınan, bir milletin en derin hazinesi:
Güven. Adalet. Onur. Vicdan. Ahlak.
Ve o acı soru hâlâ karşımızda duruyor:
Yozlaşmayı ne zaman bu kadar doğal bulur hâle geldik?

