PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED’İN(S.A.V.) PEYGAMBERLİĞİNİ İSPATLAYAN DERS

Risale-i Nur Külliyatı sahibi Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet Vakfı tarafından da yayımlanan SÖZLER adlı kitabının 19. SÖZ bölümünde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)in peygamberliğinin ve son peygamber olduğunun ispatını yapmaktadır.

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN

SÖZLER/ On Dokuzuncu Söz

Risalet-i Ahmediyeye Dairdir

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ (ع.ص.م)

Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.

On dört reşehatı tazammun eden On Dördüncü Lem’a’nın

Birinci Reşhası

Rabb’imizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.

Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur risalesinden On Üçüncü Ders’ten işittik.

Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtü vesselâmdır.

Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.

Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke
bir mihrab, Medine bir minber… O bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz
aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip,
bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan
mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri… Bütün enbiya hayattar kökleri,
bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki her bir
davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine
itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira o لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, dava eder. Bütün sağ ve sol,
yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler, aynı
kelimeyi tekrar ederek icma ile manen ‌صَدَقْتَ وَ بِالْحَقِّ نَطَقْتَ‌
derler. Hangi vehmin haddi var ki böyle hesapsız imzalarla teyid edilen
bir müddeaya parmak karıştırsın.

İkinci Reşha

O nurani bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle
teyid ediliyor. Öyle de Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin (Hâşiye[1])
yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur
beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler
mu’cizatının delâlatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik
ettikleri gibi; zatında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve
vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı gâliyesini ve kemal-i
emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu
gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti,
fevkalâde metaneti davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi
aşikâre gösteriyor.

Üçüncü Reşha

Eğer istersen gel asr-ı saadete, Ceziretü’l-Arab’a gideriz. Hayalen
olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak, hüsn-ü sîret ve
cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde mu’ciz-nüma bir
kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî-Âdem’e, belki cin ve
inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi
tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muamma-i acibanesini hall ve
şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek
bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç
müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye
gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.

Dördüncü Reşha

Bak, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki eğer onun o nurani daire-i
hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan elbette kâinatın
şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi,
belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevi’l-hayatı zeval
ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile o matemhane-i umumî, şevk u cezbe
içinde bir zikirhaneye inkılab etti. O ecnebi, düşman mevcudat, birer
dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i sâmite; birer munis
memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekva
edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife
paydosundan şâkir suretine girdi.

Beşinci Reşha

Hem o nur ile kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat;
manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer
mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı
esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine
çıktılar.

Hem insanı bütün hayvanatın mâdûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi,
fakr u ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i
nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile nurlandığı vakit,
insan; bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz,
fakr, akıl ile niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzar ile nazdar bir
halife-i zemin olur.

Demek, o nur olmazsa kâinat da insan da hattâ her şey dahi hiçe iner.
Evet, elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa
kâinat ve eflâk olmamalıdır.

Altıncı Reşha

İşte o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i
bînihayenin kâşifi ve ilancısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin
dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi
olduğundan; böyle baksan –yani ubudiyeti cihetiyle– onu bir misal-i
muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir
semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan –yani risaleti
cihetiyle– bir bürhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet,
bir vesile-i saadet görürsün.

İşte bak, nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu. Ve
nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı
can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın bütün
davalarının esası olan لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ı, bütün meratibiyle
beraber kabul etmesin?

Yedinci Reşha

İşte bak, şu cezire-i vâsiada vahşi ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı
muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini
def’aten kal’ u ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün
âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir
tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir
ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah
oldu.

Sekizinci Reşha

Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir
hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zat,
büyük ve çok âdetleri hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, zahirî
küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip
yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki dem ve damarlarına karışmış derecede
sabit olarak vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika
icraatı yapıyor.

İşte şu asr-ı saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arab’ı gözlerine
sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene
çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden
birisini acaba yapabilirler mi?

Dokuzuncu Reşha

Hem bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir
cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada hicabsız, pervasız;
küçük fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini
hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez. Şimdi
bak bu zata; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük
bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir
cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük
davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüt,
bilâ-hicab, telaşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle,
hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvi bir surette söylediği
sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür?
Kellâ! اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى

Evet hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden
müstağnidir. Hakikatbînin gözüne, hayalin ne haddi var ki hakikat
görünsün, aldatsın?

Onuncu Reşha

İşte bak, ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaiki gösterir ve mesaili ispat eder.

Bilirsin ki en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ eğer sana
denilse: “Yarı ömrünü, yarı malını versen Kamer’den ve Müşteri’den biri
gelir, Kamer’de ve Müşteri’de ne var ne yok, ahvalini sana haber
verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini
doğru olarak haber verecek.” Merakın varsa vereceksin.

Halbuki şu zat, öyle bir Sultan’ın ahbarını söylüyor ki memleketinde
kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. O arz olan o pervane
ise bir lamba etrafında pervaz eder. Ve o güneş olan lamba ise o
Sultan’ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar
içinde bir lambasıdır.

Hem öyle acayip bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir
inkılabdan haber veriyor ki binler küre-i arz bomba olsa patlasalar, o
kadar acib olmaz. Bak, onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ۞ اِذَا
السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ۞ اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri işit.

Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî
istikbal, ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem öyle bir
saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki bütün saadet-i dünyeviye,
ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

On Birinci Reşha

Böyle acib ve muamma-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında
elbette ve elbette böyle acayip bizi bekliyor. Böyle acayibi haber
verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciz-nüma bir zat lâzımdır. Hem bu
zatın gidişatından görünüyor ki o görmüş ve görüyor ve gördüğünü
söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu semavat ve arzın İlahı
bizden ne istiyor, marziyatı nedir, pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merak-âver, lüzumlu hakaiki ders veren
bu zata karşı her şeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken;
ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup kör olmuşlar, belki divane
olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar,
anlamıyorlar?

On İkinci Reşha

İşte şu zat, şu mevcudat Hâlık’ının vahdaniyetinin hakkaniyeti
derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi haşrin
ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kātı’ı, bir delil-i sâtııdır.
Belki nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve
vesile-i vusulüdür. Öyle de duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i
vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam
münasebetiyle tekrar ederiz:

İşte bak, o zat öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki güya şu
cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak
hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in zaman-ı
Âdem’den asrımıza, kıyamete kadar bütün nurani kâmil insanlar, ona
ittiba ile iktida edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz,
belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına “Evet, yâ Rabbenâ
ver, biz dahi istiyoruz.” deyip iştirak ediyorlar. Hem öyle fakirane,
öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz
ediyor ki bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki insanı ve
âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilînden, sukuttan,
kıymetsizlikten, faydasızlıktan a’lâ-yı illiyyîne yani kıymete, bekaya,
ulvi vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir
niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki güya bütün mevcudata
ve semavata ve arşa işittirip vecde getirip duasına “Âmin Allahümme
âmin” dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî’, Kerîm bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir
Alîm’den hâcetini istiyor ki bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî
bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder.
Çünkü istediğini –velev lisan-ı hal ile olsun– verir. Ve öyle bir
suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki şüphe bırakmaz bu
terbiye ve tedbir öyle bir Semî’ ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm’e
hastır.

On Üçüncü Reşha

Acaba bütün efazıl-ı benî-Âdem’i arkasına alıp, arz üstünde durup,
arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve
ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor? Bak dinle:

Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, cennet istiyor.
Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i
kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor.

Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun
esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar
kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti. Evet,
nasıl ki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.
Öyle de onun ubudiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebeptir.

Acaba ehl-i akıl ve tahkike لَيْسَ فِى الْاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا
كَانَ dediren şu meşhud intizam-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü
sanat ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinliği, böyle
bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki en cüz’î,
en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin; en
ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin,
anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal,
böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa
yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak yine o zatın garaib-i icraatını
ve acayib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaşasında
doyamayız.

Şimdi gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak,
nasıl her asır, o Şems-i Hidayet’ten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar.
Ebu Hanife, Şafiî, Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend,
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Meşhudatımızın tafsilatını başka vakte ta’lik edip o mu’ciz-nüma ve
hidayet-edaya bir kısım kat’î mu’cizatına işaret eden bir salavat
getirmeliyiz:

عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكٖيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ
الرَّحٖيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ
صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهٖ ٠ عَلٰى
مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَ الْاِنْجٖيلُ وَ الزَّبُورُ ٠
وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ الْاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ
اَوْلِيَاءُ الْاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ ٠ وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ
الْقَمَرُ ٠ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ سَلَامٍ
بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهٖ ٠ عَلٰى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ
وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ
مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهٖ مِأَتٌ مِنَ الْبَشَرِ
وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهٖ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ
كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّٰهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ
الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ
الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ ٠ سَيِّدِنَا وَ
شَفٖيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ سَلَامٍ بِعَدَدِ كُلِّ
الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ
الرَّحْمٰنِ فٖى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ
كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ
اِلٰى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَ اغْفِرْلَنَا وَ ارْحَمْنَا يَا اِلٰهَنَا
بِكُلِّ صَلَاةٍ مِنْهَا اٰمٖينَ

Şuâat-ı Marifeti’n-Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu
Mektup’ta ve şu Söz’de icmalen işaret ettiğimiz delail-i nübüvvet-i
Ahmediyeyi (asm) beyan etmişim. Hem onda Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u
i’cazı icmalen zikredilmiş. Yine “Lemaat” namında Türkçe bir risalede ve
Yirmi Beşinci Söz’de Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu icmalen
beyan ve kırk vücuh-u i’cazına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız
nazımda olan belâgatı, “İşaratü’l-İ’caz” namındaki bir tefsir-i Arabîde
kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat
edebilirsin.

On Dördüncü Reşha

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübra olan Kur’an-ı Hakîm, nübüvvet-i
Ahmediye (asm) ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o derece kat’î ispat ediyor
ki başka bürhana hâcet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı
tenkit olmuş bir iki lem’a-i i’cazına işaret ederiz.

İşte Rabb’imizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm; şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,

Şu sahaif-i arz ve semada müstetir künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı,

Şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı,

Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi,

Şu âlem-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,

Avâlim-i uhreviyenin haritası,

Zat ve sıfât ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı,

Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi,

Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet hem
bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi; bütün
hâcat-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik
ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin
meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir “Kütüphane-i
Mukaddese”dir.

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki
Kur’an, hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı dua hem bir kitab-ı davet
olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i
kusurun zannı gibi değil. Zira zikrin şe’ni tekrar ile tenvirdir.
Duanın şe’ni terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni tekrar ile
tekiddir.

Hem herkes her vakit bütün Kur’an’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat
bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye
ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an
hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir
ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismanî ihtiyaç gibi manevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına
insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha hû gibi. Bazısına her
saat, Bismillah gibi ve hâkeza… Demek tekrar-ı âyet, tekerrür-ü
ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik
etmek hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur’an müessistir. Bir din-i mübinin esasatıdır ve şu âlem-i
İslâmiyet’in temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip
muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise tesbit etmek
için tekrar lâzımdır. Tekid için terdad lâzımdır. Teyid için takrir,
tahkik, tekrir lâzımdır.

Hem öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki umumun
kalplerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar
lâzımdır. Bununla beraber sureten tekrardır fakat manen her bir âyetin
çok manaları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakatı vardır. Her bir
makamda ayrı bir mana ve fayda ve maksatlar için zikrediliyor.

Hem Kur’an’ın mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise
irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi
medar-ı tenkit olamaz ve sebeb-i kusur değildir.

Eğer desen: Acaba neden Kur’an-ı Hakîm,
felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel
bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide
etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i
zahiranede söylüyor.

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu
şaşırmış, onun için. Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette
anlamışsın ki Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ zat ve sıfât
ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini
anlattırıp tâ Hâlık’ını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için
değil belki mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet
ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap
ediyor.

Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan
yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir.
Hem mademki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli
tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki lüzumsuz şeyleri
ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve
mağlatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri,
lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Mesela, güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira
güneşten, güneş için mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın
zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâni’in
âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet, der: اَلشَّمْسُ تَجْرٖى
“Güneş döner.” Bu döner tabiriyle kış yaz, gece gündüzün deveranındaki
muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder. İşte
bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc hem
meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلْنَا (الشَّمْسَ) سِرَاجًا Şu sirac tabiriyle âlemi
bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar
edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi
musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifham
eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki:

“Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan fırlamış olan
seyyaratı etrafında döndürüp cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir
şöyledir.” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir
kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen
kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın.
Onun şaşaa-i surîsine aldanıp Kur’an’ın gayet mu’ciz-nüma beyanına
karşı hürmetsizlik etme!

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَاءً لَنَا وَ لِكَاتِبِهٖ وَ
اَمْثَالِهٖ مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا وَ لَهُمْ فٖى حَيَاتِنَا
وَ بَعْدَ مَمَاتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرٖينًا وَ فِى الْقَبْرِ
مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفٖيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ
النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفٖيقًا وَ اِلَى
الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلٖيلًا وَ اِمَامًا بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ
كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ الْاَكْرَمٖينَ وَ يَا اَرْحَمَ
الرَّاحِمٖينَ اٰمٖينَ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ
الْفُرْقَانُ الْحَكٖيمُ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ
اٰمٖينَ

İhtar: Arabî Risaletü’n-Nur’da On Dördüncü
Reşha’nın altı katresi, bâhusus Dördüncü Katre’nin altı nüktesi,
Kur’an-ı Hakîm’in kırk kadar enva-ı i’cazından on beşini beyan eder. Ona
iktifaen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et, bir hazine-i
mu’cizat bulursun.

***

[1] Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî “Risale-i Hamîdiye”sinde yüz on dört işaratı, o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa elbette daha evvel çok tasrihat varmış.

KAYNAK LİNK: http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/